top of page

SUÇLU



Bir bomba, bir tane daha….

Kimi geceler ardı arkası kesilmez bu saldırıların.

Doğanın dengesinden bahsederiz devamlı ama bu dengenin nasıl oluştuğunu çok da umursamayız.

Bir türün üstünlüğü başka bir türün felaketidir aslında, bunu asla dile getirmeyiz.

Dile getiremeyiz belki de kim bilir?

Yaşamın ve doğanın sunduğu güzelliklerin ardındaki kan ve yıkımdan bahsetmek gereksizdir.

Doğanın tüm dengesinin bir savaş olduğunun bilincindeki varlıklar olarak mitolojilerimiz, tarih hikâyelerimiz hep yıkımlarla doludur.

Konuşabilen, düşünebilen varlıklar olduğumuzu iddia etmek kolaydır, çünkü bunları yapabiliriz.

Oysa ilkel bir canlı türünden bizi ayıran tek şey sanat ve müzik.

Bunları elimizden aldığınızda geriye sadece savaş kalıyor.

Elimde sabahtan kalma kurumuş çamur, üstümde ağır bir duman kokusu…

Bombalardan geriye kalan tek şey bu ne yazık ki.

 

Gözlerim mi?

Gözlerimdeki tek damla yaş bile şu an için akmıyor, bunu biliyorum.

Öfke mi?

Yüzümdeki öfkenin sebebi odanın içindeki bir avuç insanı huzursuz eden bombalar veya savaş değil, inanç…

Evet… kesinlikle inanç.

Bomba evime düşene kadar asla inanmadım bana veya aileme zarar gelebileceğine.

Eşim öldüğünde, elimde kalan tek şey için bu inancımdan asla vazgeçmedim: Kızım.

Tüm bunlar yaşanmadan önce bir makaleyi tartışıyorduk öğrencilerimle.

“Günümüz ekonomik koşullarında, bir çocuğun gerçekten mutlu olması için gereken maliyet nedir?” gibi bir şeydi yanlış hatırlamıyorsam.

Öğrencilerimin çeşitli tutarlar sıraladığını hayal meyal hatırlıyorum.

En son sıralardan bir ses, sessiz sakin bir genç olan Burak:

“Bir çocuğun mutluluğuna paha biçilemez,” demişti.

İlk saldırıda, ben okulda değilken düşen bombayla ölen onlarca gençten biriydi.

Sabah altı yaşındaki kızımı toprağa verirken bıçak gibi saplandı beynime o sözleri.

 

Bir çocuğun mutluluğu için paha biçemezsin ama yüzlercesini öldürmek için binlerce dolarlık bir bomba yeterlidir.

Bir ebeveyn için, çocuğunun ölmeden önce çok büyük acı çekmemesinin teselli olduğu binlerce dönemden birinde yaşamanın ağırlığı altında eziliyorum ve ne yazık ki bu tesellim de alındı elimden.

Sadece anne veya baba demesinin bile dünyalara bedel olduğu yavrunuzun, canınızdan bir parçanın çığlıklar içerisinde ölümüne katlanmak zorunda kaldığınız bir dönemden bahsediyorum.

Üzerinizdeki kütüphane ve beton yığınından kurtulamadığınız ve o sesi saatlerce dinlemek zorunda kaldığınız bir savaşın ortasında kalmanın çaresizliği var üzerimde.

Her bombayla ürkekçe yerinden zıplayan yabancı bir eli, dizimde tutmaktan başka bir şey yapamıyorum.

“Oğlum, elin…”

“Biliyorum teyzeciğim. Ama inan bana, hissetmiyorum.”

Hiç tanımadığım birinin omuzlarında hüngür hüngür ağlamanın mahcubiyeti de ekleniyor tüm yaşadıklarıma. Yabancı bana sarılıp titreyen, kemikli parmaklarını başımda gezdirdikçe hıçkırıklarım artıyor.

 

Gözlerimi sıkıca kapatıp annemi ve onun o güvenli kucağını hayal ediyorum. O güvenli sığınağa kaç defa saklandığımı…

Terk edilmek, işsiz kalmak veya çok sevdiğin kedini bir sabah yaşlılık nedeniyle ölü bulmak…

Şu an tüm bunların ötesinde yaşadıklarım, ama eminim ki annem yaşasaydı sığınacağım yer yine aynı olacaktı.

Anne ve babamın güvenli sığınağından çıkıp kendi aileme çaresizlikten başka bir şey verememenin utancıyla ağlıyorum aslında.

Onları nispeten daha huzurlu bir şekilde toprağa vermişken, önce eşimin kayıp parçalarını, sonrasında da kızımın o minicik bacaklarını saatlerce arayarak ve bazı parçalarını da bulamayarak siyah poşetler içeri sinde küçücük kütleler halinde toprağa vermenin tarifsiz acısı var içimde.

Birkaç parmağımı yitirmem bunların yanında hiçbir şey.

Bir bomba daha düşüyor. Tepemize dökülen sıva, burnumuza gelen kireç ve duman kokusu bu sefer daha da yakına düştüğünü cüretkâr şekilde taşıyor sığınağımıza. Şu an bodrum katına saklandığımız bu yıkıntı tüm bu kıyımın öncesinde anaokulu binası olarak kullanılıyordu. Her sabah iş yerime yalnızca beş kilometre uzaktaki pastel renklerle süslü bu rengârenk binanın önünden geçer, meşhur lezzetleriyle velilerin hatta öğrencilerin iştahını kabartan Hasan ağabeyin böreklerinden birkaç parça alırdım.

Kıymalı börekleri midemi yakardı ama peynirliler müthiş olurdu. Her müşterisi için bir limiti vardı Hasan ağabeyin. Dört parçadan fazla almamız yasaktı.

İlk tanıştığımız gün sebebini sorduğumda gülümsemişti.

“Evet belki aynı parayı hızlı kazanacağım ama gelene yok diyeceğim. Maksat para kazanmak, doğru ama bir de canı çekeni geri çevirmek var. Olmaz öyle.”

Önceleri bunu bir pazarlama stratejisi olarak düşünmüştüm.

İknanın en etkin kullanımları arasındadır çünkü azlık. Ama sonradan iknanın psikolojisinin temellerinin var olan bir kazancı daha da arttırmaya yönelik olduğunu düşününce Hasan ağabeyin bunu kendince bir eşitlik duygusu, adalet inancıyla yaptığına kanaat getirmiştim. Hasan ağabey de bu anı göremeyenler arasında yerini aldı. Pastel renklerle süslü bina önce küle, sonra da kana bulandı.

Düşman ise Hasan ağabeyin aksine isteyen istemeyen herkese ve her şeye fazlasıyla bomba getirmişti. Bunu bizim için en azından bir ikna unsuru olarak kullanmadıklarını daha ilk saldırıda gösterdiler.

 

Yenildiğimize ikna etmeye çalışsalardı ilk saldırıdan sonra durdurabilirlerdi bu cinayetleri ama halklarını ikna etmeyi seçerek geride taş taş üstüne bırakmamayı tercih etmişlerdi.

Kısacası ölümlerimiz, acılarımız başka bir sınırın içerisindeki insanların ikna unsuruydu.

Düşünüyorum da binlerce hatta milyonlarca insanın ölümü yalnızca dört veya beş senelik bir iktidarı garanti edebiliyor artık günümüzde.

Burada akan her kan o sandığın içerisine girecek evet oylarının mürekkebi oluyor.

Eski güzel günleri, o börekleri hayal ederken kemiriyorum elimdeki kurumuş ekmeği.

Ekin… kızım…

Panikle ve korkuyla yağmalanmış marketlerden birinde bulduğum ezilmiş büzülmüş keki nasıl iştahla yediği aklıma geldikçe boğazımdaki ekmek taş parçasına dönüyor, mideme indikçe kalbime bir bıçak gibi saplanıyor.

Oysa…

Tek başıma gidebilirdim evimize. Ekin’i burada bırakabilirdim. Kim bilir? Belki de yaşıyor olurdu ama o çok sevdiği keki hiç yemeden başka bir zamanda ellerimden alınabilirdi de.

 

Hangi bahaneyle kendini avutabileceğini şaşırdığın bir dönem bu. Binlerce yıllık insanlık tarihinde devamlı tekrarlanan ve gelecekte başka bir sınır içerisinde tekrar yaşanacak olan kısır bir döngü…

Tüm söyleyeceklerim bu kadar. Umuyorum benim gibi milyonlarcası bu kayıtları tutmuştur. Umuyorum bir gün tüm bu suçlar cezasını bulur. Yaşadığım tüm acıları ve hislerimi bu kayıt içerisinde bulabilirsiniz.

Ben mi?

Birkaç dakika sonra ailemin yanında olacağım…

 

“Profesör Erdem Onur’un son kaydı bu. Yaşam verileri bu kayıttan yalnızca otuz altı dakika sonra kayboluyor. Görgü tanıklarının anlattığına göre sessiz sedasız sığınaktan dışarı çıkıyor ve geri dönmüyor.”

Mahkeme başkanı gözlerinde biriken yaşları silip burnunu çekerek karşısındaki adama sert bir ifadeyle baktı.

“Ne diyorsunuz? Hâlâ yaptıklarınızı haklı gösterecek bir açıklama yapma derdinde misiniz?”

Adam kayıtlara göre elli beş yaşındaydı ama ilk kez görenler seksen yaşında olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdi. Bir zamanların güçlü, yenilmez lideri savaş mahkemesi karşısında süt dökmüş kedi misali sessiz, boynu bükük oturuyordu.

 

“Lütfen… Siz de biliyorsunuz ki savaş kanunları çok farklı işler. Ne ben ne de ailem bunu hak etti.”

Heyetten mırıltılar yükselirken başkan elini kaldırarak herkesi susturmuştu.

“Bakın bir konuda haklısınız. Savaş kanunları. Fakat sizin yaptıklarınız bir kendini savunma değil soykırım kapsamında değerlendirilmekte.”

Adam kekeleyerek ayağa kalkmaya çalışsa da başarılı olamamış, yerine mıh gibi yapışmıştı. Sesi biraz öncekinden daha cansızdı.

“Asla soykırım düşünmedim! Evet, hatalar yapmış olabilirim ama…”

Başkan ‘bunları geç’ dercesine elini savurarak ada mı susturdu.

“Siz! Bu dünya üzerindeki her şeyi ihlal ettiniz! Dünyada eşi bile görülmemiş diktatörlük örneği sergile diniz! Halkınızı kandırdınız!”

Adam bir şey söylemek istese bile ağzını açamadı. “Ne o? Kandırmadığınızı mı söyleyecektiniz? Düzmece bir savaşla halkınızı ve ‘terörle mücadele ediyorum’ diyerek tüm dünya ülkelerini kandırdınız Ah met Bey! Ülkenizi karartarak sizi o büyük tahtınızdan indirecek şehirleri yok ettiniz! Tıpkı kayıtlardaki Erdem Bey’in dediği gibi, oylarınız için kan döktünüz! Ne yazıktır ki Erdem Bey gibi insanlar bunun o bilinmez düşman tarafından, başka bir ülke elleriyle yapıldığını düşündü. Siz ülkemiz için en büyük tehlike siniz ve cezanız da ailenizle birlikte tüm bu kayıtları birer birer yaşamak olacak.”

“Lütfen…”

“Heyet ve halk bunu istiyor Ahmet Bey. Ömrünüzün sonuna kadar yaşayabildiğiniz tüm acıları yaşayacaksınız. Aileniz ve size bu cinayette ortak olan herkes gibi.”

“Yalvarırım...”

“Suçlunun ve suç ortaklarının yok ettiklerinden geriye kalan dokuz bin sekiz yüz doksan altı kayıt için kimyasal ve fiziksel olarak hazırlanmasına, ömürleri yettiği kadarıyla bunları teker teker deneyimlemesine oy birliğiyle karar verilmiştir.”

Mahkemede kopan alkış tufanı arasında cılız itirazlarıyla hâlâ bir şeyler anlatmaya çalışan suçlular teker teker çıkarılırken başkan, yardımcısına döndü.

“Bir konu daha var Tolga.” “Buyurun Yaprak Hanım?”

“Bu kayıtların kimileri için zevk unsuru olduğunu öğrendim. Yasadışı elde eden ve dış ülkelerde eğlence merkezlerine satan herkesin yargılanması için çalışmaları başlat.”

“Tamamdır, hiç merak etmeyin.”

 

Başkan gözlerinden akan yaşları silerken sesi titriyordu.

“Ne kadar garip değil mi? Birilerinin acısı başka birilerinin eğlencesi veya zevki haline geliyor.”

“Maalesef.”

“Sanıyorum ne kadar gelişirsek gelişelim içimizdeki o ilkel yaratıkları bastıramıyoruz. Bizden sonraki nesiller nelerle karşılaşacak kim bilir?”

“Buna ne yazık ki insan olmak diyoruz.” “Haklısın Tolga… Hem de çok haklısın.”

Yavaş yavaş boşalan mahkeme salonuna son bir defa bakarak kürsünün arkasındaki kapıdan dışarı çıktılar…

 

Ş. Yüksel Yılmaz İzmir, 2020

 

Not: Yazdığım günden bu zamana ne yazık ki ne savaşlar ne de liderlerin kibir ve iktidar hırsı azaldı. Savaş sınırımızın iki adım ötesine kadar sıçradı ve bizi de içine çekmek için elinden geleni yapıyor. Umudum insanlığın bu hatalarından ders alması ama ne yazık ki milyonlarca insan savaşlarda can vermiş, iki büyük dünya savaşı atlatmış olmamıza rağmen üçüncüsü için gözümüz dönmüş vaziyette.

Son Yazılar

Hepsini Gör

YOLCU

HASTA

HASATÇILAR

bottom of page