top of page

HASATÇILAR


Genç teğmen gülmemek için kendini zor tutuyordu. Elindeki gazete yığınını masanın üzerine attığında, yaşlı adam şaşkın bir şekilde geri çekildi.

— Hamza emmi, gel şu gazetelere beraber bakalım? Rezil olduk yeminle…

Yaşlı adam titrek elleriyle gazeteleri masanın üzerinden teker teker alıp “Yarabbim” diyerek göz atıyordu.

— Yarabbim tabi, Hamza emmi. Bak neler yazmış imansızlar.

Adam her gazete değiştirişinde, homurtusu daha da artıyordu. Komutan adamın bu haline içten içe acıyor ama durumun komikliği daha baskın geliyordu.

Gazetelerin ilk sayfaları sanki tek bir kalemden çıkmış gibi aynı manşetle süslenmişti:

“UZAYLILAR KÖYLÜMÜZE EL ATTI!”

Haberin detayları “el atmak” deyimini detaylı bir şekilde açıklıyordu. İki gün önce Kurdeşen Köyünde meydana gelen “garip” olay, tüm ülkede büyük merak uyandırmıştı. Sonuçta işin içinde hem “uzaylılar” hem de “cinsellik” vardı ki, basın bu karşı konulmaz malzemeyi bütünüyle sömürmeyi kafaya koymuş gibiydi.

— Ah be komutan evladım… Ah, hep o imansız muhtarın suçu bunlar… Kendini rezil ettin bre mendebur, bizi niye ateşe atıyorsun deel mi?

İki gündür Kurdeşen Köyü basının konağı ve ülkenin odak noktası olmuş, meşhur tarla ise uzaylı meraklıları ve bilim insanları ile dolmuştu. Komutan evinin yolunu unutmuştu doğal olarak.

Karakolun dışına çıkmak gibi bir hataya ise bir daha düşmeyeceğine yemin etmişti. Gazetecilerin durmadan patlayan flaşları ilk başta çekici gelmişti orası doğru, ama sonrasında gelen bitmek tükenmek bilmeyen sorular artık iyiden iyiye can sıkmaya başlamıştı. Daha bu sabah başbakan özel olarak kendisini arayarak bu rezaleti bir an önce çözmesini “rica” etmişti.

— Valla orası benim suçum değil Hamza emmi. Sizin anlattığınız hikayeleri yazmış adamlar.

Bir gazeteyi açıp yaşlı adama baktı.

— Hele şuna bak… Ne yazmış gazete… Ünlü psikiyatr Emrah Kuzu, konu hakkındaki açıklamasında bu tür vakalarda kişinin savunma mekanizması olarak hayali senaryolara sığınabileceğini, kişilere yaklaşımda dikkatli olunması gerektiğini belirtti…

— Edepsiz, basiretsiz herif bunlar komutan… O muhtar şerefsizi yüzünden bizi yalancı sanıyorlar mendeburun tohumları!

Komutan artık Hamza’nın istediği kıvama geldiğine kanaat getirdi.

— Sen bir de anlat hele emmi? Muhtar bir başka anlatıyor, Seyit Çavuş bir başka… Sana soruyorum, sen de anlatmam diye tutturmuşsun bir kere… Allah’ını seviyorsan, biraz acıman varsa gel doğruyu anlat burada da bitirelim şu kepazeliği.

Hamza bir gazetelere, bir komutana bakıp duruyordu. Anlatacaklarını kafasında kuruyor gibiydi. Komutan da hazır bu kıvama getirmişken, vazgeçmesini istemiyordu.

— Bak emmi… Anlatacakların yeminle burada kalacak. Eğer utandığın bir şey varsa, inan ben raporu farklı ileteceğim yukarıdakilere. Ama herkes bir açıklama istiyor…

Adamın gazetelerin üzerine yasladığı durmadan titreyen ellerinden çıkan sesler sinir bozucu, ritmik bir hışırtı ile yankılanırken genzini temizledi.

— Hakkat? Şu mendeburlara da farklı anlatır mısın komutan?

— Vallahi anlatırım. Sen yeter ki konuş… Çay içer misin?

Adam utangaç bir baş sallamayla cevapladığında, komutan da telefon ile çay ve kül tablası isteyerek konuşmaya devam etti.

— Seni dinliyorum Hamza emmi…

Yaşlı adam masanın üzerindeki gazetelerden birini eline alıp uzun süre baktı, komutan ne kadar bir an önce konuşmasını istese de, adamın ruh halini anlayabiliyordu. Bir iki cıklama ile söze başladı:

— Bunlar var ya, şerefsiz komutan. Hepsini topla, bir sen etmez.

Komutan şaşkın bir şekilde Hamza’nın suratına baktı.

— Şerefsizlikte mi ben etmezler Hamza emmi? Övdün mü sövdün mü allasen?

Adam birden iki elini havaya kaldırdı.

— Yahu adamlıkta demek istedim. Devletin adamına öyle laf eder miyim?

Komutan sesli bir kahkaha ile sandalyeye yayıldı.

— Anladım, anladım da seni yoklamak istedim emmi. Hele anlat bakalım neler oldu o gece?

Hamza tam konuşmaya hazırlandığı sırada, odanın kapısını çalan er içeriye tepsi içerisinde iki çay ve bir kül tabağı getirdi. Çayları masanın üzerine koyan genç, yüzündeki sırıtmaya engel olarak komutanına selam verip odadan çıktı.

— Bu veletler o muhtar şerefsizini dinlediler değil mi komutan? Bunun öyle hin hin gülüşü ondan?

— Boş ver sen bunları. Ben onun cezasını veririm sonra. Sen anlat hele Allah’ını seviyorsan.

Adam çayından höpürdeterek bir yudum alıp konuşmaya başladı:

— Beni sen de tanırsın komutan. Kurdeşen’in en eskilerindenim. O zındık muhtar da seçildiyse benim sayemdedir. İki gün evvel beni gündüzleyin evden çağırttırdı. Ayağıma gelmeye bile tenezzül etmemiş itin dölü. Kızdım tabii, gitmedim onun makamına. Bir vakit geçmedi bu sefer kendisi geldi kapıma. Benden yardım istiyormuş. Bizim köyün altındaki o tarlada adı batasıca Seyit’in tarlasını cinler basmış güya. Gece vakti hayvanlar huzursuzlanıyormuş. Koyunların makatları kanıyormuş, dedi. Ulan dedim içimden, tarlalarda müsfer * denen illet bulunur ama o da kimsenin makatına göz dikmez, vardır bunda bir iş…

Hamza Emmi çayından bir yudum daha alırken, komutan da bu fırsattan istifade cebindeki paketten bir sigara yakıp, derin bir nefes çekti. Hamza elindeki sigaraya göz ucuyla baktığında, yaptığı hareketten utanan komutan, bir tane de ona uzattı. Yaşlı adam titreyen elleri ile zar zor sigarayı yakıp derin bir nefes çekti.

— Yıllardır içmiyordum bu illeti komutan. Allah razı olsun.

— Ah be, Hamza emmi. Diyeydin uzatmazdım sana.

— Ya bırak Allah’ını seversen. O kadar şey yaşamışız, bu mu öldürecek bizi?

— Sen de haklısın emmi ne diyeyim şimdi. Eee, cin olduğunu nasıl anlamışlar ki tarlada?

— İşte ben de onu merak ettiğimden geldi başıma ne geldiyse. Hani derler bilirsin sen de, ya meraktan ya …

Komutan gürültülü bir kahkaha attı, elindeki çayı neredeyse dökecekti. Hamza da sonraki söyleyeceğinin durumuna pek yakışık almadığını farketmiş olacak ki başını eğdi.

— Neyse emmi devam et sen, boş ver.

— Müsfer olmaz dedim. Tarlalarda dolaşır ama kötü niyetli değildir. Başka bir şeydir bu dedim. Belkim bir velettir. Bilirsin köy yerinde bazen hayvanlara da dadanır o veletler.

— Bilmem mi…

— Neyse işte… Muhtar Seyit’i de alıp akşam üstü kahvenin orada buluşalım senle emmi dedi. Benim karı da akşamları gebe bir kızımız var ona gidiyor hazır, dedim ki tamam. Demeyeydim keşke. Yatsıdan sonra kahvede olacağıma söz verdim gavurun tohumuna. Benim karıya da anlattım olanları. Aman Hamza, dedi. Bu üç harflilerin şakası olmaz. Boy abdestini al -sanki çok iş görüyormuşuz gibi- Kur’an-ı Kerim’ini eksik etme yanından… Neyse işte yatsıyı kıldım, duamı ettim, karının dediği gibi boy abdestimi aldım, gittim bu iki uğursuz ile buluşmaya… Baktım benden önce orada bekliyor ikisi de. Fısır fısır konuşuyorlar. La oğlum dedim ne bu hal? Ne diye içerde beklemiyonuz? Hamza emmi dediler kimse duymasın istiyoz. Düşündüm, haklılar… Köy zaten küçük, bir de cin illeti çıkarsa millet kafayı sıyırır. Dedim, ne zaman gidecez? Dediler gece yarısından sonra çıkıyor ortaya. E dedim ne yapacaz o saate kadar? Dediler ki tarla da semaveri kurarız çay içeriz. Haydi öyle olsun dedim doğruca atladık Seyit mendeburunun traktörünün römorkuna. La komutan, o tarlaya gidene kadar içim dışıma çıktı yemin billah. Herif öyle korkmuş ki, elleri direksiyon tutmuyor. Ben römorkta sağa sola yuvarlanıyom, muhtar dikine gidip geliyor. O şekil gittik tarlaya. Kurduk semaveri, Seyit şerefsizinin karısı Muteber pişi yapmış, çayımıza katık ettik, içtik sohbet ettik.

Adam bir an durakladı. Ellerindeki titreme artmıştı. Komutan adamı sakinleştirmek için konuşmaya başladı:

— Hamza emmi, bak söz verdim. Ne anlattıysan bu odada… Yak bir cigara daha.

Adam kendisine uzatılan sigarayı reddedip, bir süre daha yere baktı.

— Emmi bak bu çok önemli. Bu olayı bugün çözmek lazım. Yoksa gazeteler de durmaz, gelen giden de size şu az önceki velet gibi bakar durur.

Adam biraz daha yere bakıp başını kaldırdı.

— Çayımızı içtik sohbetimizi ettik. Gece vakti geldi çattı. Baktık ne ses var ne de cin. E dedim, hani nerde? Valla gelmesi lazımdı emmi, dedi Seyit. Dedim bizi kalabalık gördü korktu herhal. İnşallah, dedi muhtar. Biraz daha bekledik, baktık gelen giden yok, dedim bizi kahvenin oraya geri bırak Seyit’e. Seyit, ne yapacaz dedi. Yarın gelir tekrar nöbet tutarız dedim. Rahatladı mendebur. Söndürdük semaveri, topladık çıkını tam tarladan çıkacaz, bir ışık vurdu tepeden. Yaradana sığındım. Baktım muhtar götünden soluyor. Pis de kokuyor mendeburun soluğu. Seyit desen yere çökmüş salavat getiriyor. Işık o kadar böyük ki, sanırsın gün doğmuş. Açtım Kuran-ı Kerim’i buldum Enam Suresi’ni başladım okumaya.

— Hamza emmi… Köylülerden hiç biri ışığı görmedik diyor?

— Tarla köyden uzak komutan. Sen de biliyon.

— Ama bahsettiğin kadar büyükse, buradan bile görünmesi gerekmez miydi emmi?

Adam kızgınlık ile elindeki boş bardağı sert bir şekilde tabağa koyup komutana baktı.

— Yahu gelmişim seksen yaşıma, ne diye yalan söyleyeyim sana komutan allasen!

— Yalan söyledin demedim emmi. Belki yanlış gördün?

— Hadi ben yanlış gördüm. O iki mendebur da mı yanlış gördü?

— Seyit’in evi tarlaya yakın değil mi?

— Hee, yakın.

— Karısı da görmemiş emmi ışığı. Siz üçünüz belki hayal gördünüz?

Adam daha da sinirlenip masadan kalktı.

— Bana yalancı diyeceksen anlatmam komutan. Seksen yıldır yaşamışım, alnıma yalancı lekesi vurdurtmam!

— Dur hele emmi. Kızma hemen. Dur hele, anlat sen sonuna kadar. Söz bak, tek kelime etmeyeceğim bir daha.

Hamza bir müddet kararsız ayakta beklese de, tekrar oturdu:

— Bak sen devletin adamısın. Söz verdin!

— Söz… Dinliyorum sadece..

— Nerede kaldım… Hah… Ben okuyorum duamı ama baktık ışık gitmiyor tepemizden. O topal Seyit var ya o şerefsiz… La oğlum bir koşmaya başladı, ceylanlar gibim. Muhtar bir bana baktı, bir Seyit’e… O da başladı koşmaya… Ben hala duamı okuyom ama baktım olacak gibi değil, ben de peşleri sıra koşuyom. Koşuyom dememe bakma, hızlıca yürüyom. Ula bir baktım, ışık da biz nereye gidersek oraya gidiyor. Seyit traktöre koştu ama motoru çalışmıyor bile. Sığındık yaradana… Hepimiz dedik, ölecez belli. Kelime-i Şahadet getirmeye başladık… Sonra… Işıktan üç tane kol uzandı…

— Kol mu? Nasıl bir kol?

Adam kolunu komutana doğru uzatıp salladı.

— Ahan da böyle üç tane kol. Tuttu üçümüzü de başladı çekmeye. Komutan, o Seyit ile muhtardan nasıl karı gibim viyaklamalar çıkıyor bir görsen. Benim de affedersin baktım donum ıslandı. Prostat da var. O kadar çay içmişiz.

Komutan istemeden de olsa kahkaha attığında, Hamza bozulur gibi oldu.

— Affet emmi… Devam et lütfen.

— Sen gül, gül… Sen de öyle olsan altına değil kaçırmak, sıçardın ama neyse komutan.

— Ya emmi kızma hemen. Özür diledim daha ne yapayım?

— Neyse… Çekti üçümüzü de bembeyaz bir odaya… Işıklar dönüyor başımızın yanında, tepemizde… Seyit desen, korkudan dua bile edemiyor, muhtar desen, dilini yutmuş götünden konuşuyor hala… Oda desen sidik, bok her bi şey kokuyor… Ben diyim bir saat, sen de iki… Bekledik o şekil içerde…

— Oda nasıl bir yerdi emmi? Ne hatırlıyorsun?

— Valla komutan, böyle bembeyaz yastıklarla sarmışlar etrafını. Birkaç tane televizyon gibi şey var, bir de ben diyim gri, sen de kurşun, o renkte lambalar var…

— Gri ışık mı olur ki?

— Valla olur… Gördüm.

— Ee?

— Kapı açıldı, içeriye bir karı girdi…

— Kadın mı?

— Hee, afet bir karı hemi de. Aha kocaman memeli, bir de kendini bir renge boyamış, eflatun desem değil, mor desem hiç değil. Derisi de balık derisi gibi.

— O nasıl afet gibi oluyor öyle Hamza emmi? Boyanmış, balık pullu bir şey?

— La oğlum, burada anlattığım gibi değil işte. Başladı laka luka luk, caka cuka cuk bir şeyler anlatmaya. Ben muhtara bakıyom, muhtar Seyit’e bakıyor… La dedim, muhtar sen ecnebice biliyon bu ne diyor? O da Seyit’e diyor, Seyit emmi sen fransızca okumadın mı askerde diye… Baktık heç birimiz anlamıyoz kalktım ayağa, dedim kızım anlamıyoz senin dilini… Demeye kalmadı o gavurun dölü neresinden çıkardıysa bir çubukla vurdu böğrüme. Komutan, yıllar evvel cami inşaatında çalıştım. Bir cereyana tutulmuştum, bu var ya, ondan beter. Yakıyor, altına ettiriyor seni, Sen acıyı hissediyon ama, vücudun sanki senin değil. Ossurtuyor adamı yemin billah. Sadece ossurtsa iyi.

Komutan kahkahasını zor tutarak sigarasını yaktı.

— O derece diyorsun?

— Derece merece bilmem ben komutan. Acıtıyor anlayacağın…

— İz miz yoktu vücudunda?

— Vallahi ben de bilmiyom, o kadar acıttı ama iz miz yok hakkat…

— Eee?

— Eesi, ben yığıldım yere, kendi bokumda çırpındım durdum, yerden bakıyom Muhtar ilen Seyit’e, ikisi de gıkını çıkartmıyor… Karı yine lak luk cak cuk konuştu, bağırdı bir yere. Karılar birdi, beş oldu.

— Beş kadın mı?

— He… Hepisi de aynı gavur döllerinin. Aynı şekil bir şeyler dediler, tuttular kollarımızdan bizi çıkarttılar odadan. Ben diyim üç yüz adım, sen de beş yüz, öyle uzun bir koridordan sürüklediler… Karı dedim ama, nasıl da güçlüler… Yaradan bunlara bir güç vermiş sorma… Hiç birimiz de gıkını çıkartamıyor sopa korkusundan. Koridorun sonunda bizi başka bir odaya getirdiler, baktık içinde böyle hastanedeki gibi tablalar var yatırdıklarından. Rabbim, dedim içimden beni nereye getirdin. Üçümüzü de anadan üryan soydular. Üzerimizdekileri ellerindeki minik elektrikli testereylen kestiler ki, tekrar giyinemeyek herhal… Komutan… Dedim bu karıların amacı farklı… Başladım yalvarmaya… Benim karı kıskançtır dedim, bende prostat var dedim dinlemiyorlar. O muhtar şerefsizine baktım gözünün içi gülüyor. Seyit desen korku morku kalmadı it oğlu itte. Muhtarın seneler evvel kirvesi bendim. Bülüğüne bakmadan karılara göz koydu bile şerefsiz. Ben hala yalvarıyom ama.

Komutan genzini temizleyip söze girdi:

— Onlar da senin gözünün içinin güldüğünü söylediler ama emmi…

— Yalan… Benden iş geçti komutan! Bu yaştan sonra tövbe estağfurullah! Günahta gözümüz mü kaldı?

— Yok emmi. Ben de inanmadım ama bil dedim…

— Sağ olasın komutan… Baktım herkes halvete hazır odada. Muhtar uzanmış tablaya, Seyit de aynı, beni de zar zor yatırdılar yanlarına… Ah komutan… Bunların niyet iyi değilmiş… Önce ağzımızdan başladılar didiklemeye, ellerinde ışıklı bir şey var, hani doktorların bizi soyup fotoğraf çektikleri makine var ya?

— Röntgen?

— Hah, bin yaşa… Aynı onun gibi bir alet. Başımızdan başladılar çekmeye baldırımıza kadar. Tuttular şeyimizi sağdan soldan çektiler. Sonra …

Hamza komutanın masadaki sigara paketine uzanıp bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip uzun süre düşüncelere daldı.

— Hamza emmi?

— Dur bi komutan… Kolay mı sanıyon?

— Yok yok, iyi misin diye seslendim.

— Nasıl iyi olam komutan… Nasıl?

Komutan üzgün görünmeye çalışarak konuşmaya başladı:

— İnan biliyorum. Ama bugün son… Yarın hepimiz rahat uyuyacağız.

— İnşallah… Ama ben artık rahat uyumam…

Komutan, adamın sigarasını bitirmesini sabırla bekledi. O sırada az önceki er odaya iki çay daha getirdi. Tam gülümserken komutanın sert bakışları ile karşılaşınca, yarım yamalak bir selam verip, kaçarcasına odadan çıktı. Hamza, çaydan höpürdeterek bir yudum daha alırken konuşmaya başladı:

— Bunlar bizi birden nasıl yaptılarsa, yüzüstü çevirdiler komutan. Ben muhtara baktım, muhtar dedi ki emmi bunlar titiz karılar önce bakıyorlar ki bel soğukluğu var mı… Niyeti bozuk ya şerefsizin, aklı fikri halvette… Yine başımın arkasından başladı, sırtıma doğru o aleti sürüklemeye. Birden Seyit şerefsizinin anırtısını duyduk, yalvarıyor karıya, vallahi yapma diyor, bu yaştan sonra bizi köye rezil etme diyor, yutkundum ama tükrük mükrük kalmamış ağızda… Ondan biraz sonra kafamı çevirdiğim tarafta muhtar başladı boğazı kesik horoz gibi kıpraşmaya, o da acıyla yalvarıyor, yapma etme diye. Anladım ki durum kötü… Bundan dört sene evvel doktor prostatı kontrol ederkene, göte bir alet soktuydu. Doktoru kalkıp böğründen yakaladıydım. Bunlara onu da yapamıyom. Soğuk bir demir baktım götün ucunda… Allah’ım dedim, ne günah işledim de beni bu yaştan sonra bu hale getirdin… Seyit’in, muhtarın anırtısına bir de benimki eklendi komutan. Ben diyeyim iki, sen de üç karış. Öyle geniş bir demiri yerleştirdiler makata… Hem ileri geri gidiyo, hemi de zaten yukarıya çekerken boşalttığımızdan kalanı çekiyor… Gazeteler yazıyor, uzaylıymış diyor bunlar için. Ulan diyom, uzaylının işi gücü yok bizim göte mi göz dikti? Şimdi sen diyorsun içinden, bunlar yalan söylüyor… Gasteciler diyor, bunlar birbirine hallendi de yalan mı söylüyor… İki ucu boklu değnek komutan. O muhtar denen alçak ile Seyit yüzünden geldi ne geldiyse başıma. Kimse de inanmıyor halimize… Bu yaştan sonra çekeceğimiz bu çile kalmış demek… Bir günahımız varmış herhal. Ama inan bana komutan, bizi çıplak buldu ya köy ahalisi o tarlada… Benim o iki şerefsize de hallendiğimi düşündüler ya… Ben o gün öldüm komutan… Şu yaştan sonra yaşasam ne, yaşamasam ne… Daha yeni yeni oturmaya başladım. O mendeburların bunu yapacak gücü var mı sanıyon komutan? Benim var mı? Benim hikayem de böyle işte… İster inan, ister inanma…

Hamza’nın da hikayesini dinledikten sonra, genç adamın üstlerine bir rapor yazması gerekiyordu. Üç adam da aslında aynı hikayeyi anlatmıştı. Sadece birbirlerini suçlamış, tepkileri farklı aktarmışlardı. Dünya basınında da ses getiren bu haberi temizlemek için, inandırıcı bir şey bulması lazımdı.

Birden aklına gazetelerde adı geçen psikiyatrist geldi. Gecenin kaçı olduğunu umursamadan adamın iletişim bilgilerini bulup aradı. Telefon ikinci çalışta açılmıştı.

— Alo, iyi geceler kusura bakmayın bu saatte rahatsız ediyorum.

Adam uykulu ve sinirli bir ses tonuyla cevapladı:

— Kimsiniz? Gecenin bu saatinde hem de? Ayıp yahu!

— Emrah Bey kusura bakmayın, adım Emre, Kurdeşen köyünde jandarma karakolunda teğmenim.

— Ah, şu meşhur yer… Buyurun Emre Bey?

— Tekrar sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama gazetede bir demeciniz vardı. İnsanların savunma mekanizması olarak ortak bir yalana sığınabileceği üzerine…

— Evet. Özellikle sizin vakanızda bu çok olası. Anladığım kadarıyla, köyün bilindik şahısları bu insanlar…

— Evet…

— Böylesine bir utanç içinde yaşamak yerine, ağız birliği yapıp ortak bir yalan bulmuş olmaları muhtemel…

— Ama asıl sorun şu: Bu adamlar karakola kameralar altında geldiler. Böyle bir yalanı planlayacak vakitleri de olmadı. Hikayelerini dinledikten sonra, hepsinin birbirini suçlayarak aynı konudan bahsettiğini söyleyebilirim.

Psikiyatrist bir süre mırıldandı.

— Bunu önceden de planlamış olabilirler. Yakalanırlarsa böyle bir şey söylemeyi kararlaştırmış olabilirler belki…

— Yani bu insanların bir gün olur da baygın halde çırılçıplak tarlada bulunurlarsa, böyle bir yalan söylemeyi kararlaştırmaları garip olmaz mı?

— Böyle söyleyince evet… Ama başka bir yerde de yakalanabilirlerdi. Gerçi bu tarz bir şeyi köye yakın bir yerde yapacaklarını sanmıyorum. Tarla gözden uzak bir nokta sanırım. Orada ne şekilde yakalanırlarsa yakalansınlar, böyle bir yalana sığınabilirlerdi. Hatta belki başka şekillerde basılmış olsalar dahi, bunu kendi rızalarıyla değil de uzaylı veya cinlerin zoruyla yaptıklarını bile söyleyebilirler… Bakın, kesin bir suçlama yapmak istemiyorum. Anladığım kadarıyla siz de bu insanların zarar görmemesi için çabalıyorsunuz.

— Kesinlikle.

— Bu konuda yarına kadar düşünelim. Gerekirse ben de şahıslarla görüşürüm. En az zararla nasıl çıkabiliriz bir bakalım.

— Benim o kadar sürem yok. Dışarısı gazeteci kaynıyor Emrah Bey…

— Şimdilik olayı uzaylı gibi bir fenomenden uzak tutarak başlayın işe. Bir düşünelim… Bu insanların bir tür halüsinatif mantardan dolayı bilinçlerini yitirdiklerini ve kendilerine zarar verdiklerini, cinsel bir temas olmadığını söyleyebilirsiniz.

Komutan birden parmaklarını şaklatarak gülümsedi.

— Süpersiniz! Ben raporumu bu şekilde hazırlar yollarım, dışarıdaki gazeteci sürüsüne de ön bilgilendirme yaparım. Sonrasında sizleri burada misafir edip, daha ayrıntılı bir çözüm bulabiliriz sanırım?

— Tamamdır. O halde ben yarın yola çıkıyorum.

— Çok teşekkür ederim.

— Asıl ben teşekkür ederim. Bu vakayı yakından incelemek benim için de bir şans.

Telefonu kapatıp söylendiği gibi raporunu hazırlayan komutan, gece yarısının çoktan geçtiğini fark edememişti bile. Yaptığı işten memnun bir şekilde gerinerek odasından çıktı ve karakol kapısına yöneldi.

Kapıyı açtığı anda yüzüne patlayan flaşlardan rahatsız oldu. Kendisine sorulan soruları yanıtsız bırakmak istese de peşini bırakmayacaklarını bildiği için, tarlada bulunan mantar türünün neden olduğu varsanı nedeniyle yaşanan bir olay olduğunu, sabah daha detaylı açıklama yapacağını belirtti.

Gazeteciler mantar kelimesini duyar duymaz tarlaya doğru yol almıştı bile…

İki gün sonra…

Teğmen derin bir nefes alarak, odasında kendisini bekleyen mağdurları başıyla selamladı. Bu sefer “mağdurlar”, mantar haberini duyar duymaz tarlaya koşan gazetecilerdi. Odaya girmeden önce ayna karşısında bir çok defa pratik yapmış, gülmemek için tüm tedbirleri almıştı.

— Günaydın beyler!

Elindeki bir tomar gazeteyi masanın üzerine bıraktığında, odada bulunan yedi kişi de göz ucuyla manşetlere bakmaya başlamıştı. Komutan konuşmaya devam etti:

— Siz gazeteciler var ya… Tam acımasızsınız vallahi. Bari meslektaşına acı değil mi? Yook, haber varsa işin içinde, tiraj varsa affınız yok, babanızı bile haber edersiniz.

Odadan çeşitli homurtular yükselirken, adamları ikna etmek üzere olduğunu anladı.

— Gelin şunları susturalım. Ne anlatırsanız anlatın, aramızda bir sır olarak kalacak söz… Ama bir anlatın tam olarak şu hikayeyi…

Saatler süren rapor yazımı sonunda tamamlandığında, vakit gece yarısını geçiyordu. Her gazeteci olayı birbirini suçlayarak anlatmıştı yine. Gülümseyerek odadan çıktı. Tam karakolun kapısından da çıkacaktı ki, sigara paketini masada unuttuğu aklına geldi. Masanın üzerinde titreyen paketi eline aldı. Altında bulunan gizli düğmeye basarak paketin gri bir görüntü ve ses aktarıcı haline dönüşmesini izledi. Şimdi kim bilir hangi modeli çıkmıştır bunun… Kaç aydır gezegenden uzağız.Komutanı ekranda belirdiğinde hemen kendini toparladı.

— Lak luk luk, cak cak ( Merhaba efendim.)

— Nasıl gidiyor? Her şey yolunda mı?

— Efendim, şu son hasat zamansız oldu… Zor toparladım inanın.

— Biliyorum da tayfayı zapt edemiyorsun ki… Öyle kalabalığı görünce dayanamamış şerefsizler.

— Anladım efendim. Şu psikiyatristleri sağolsun, yine toparladım durumu.

— Güzel. Bizimkiler mahsülü tırtıklamazsa, depoları doldurur gideriz.

— Kaç kişi daha gerekir tahmininizce?

— Bunların kötü tarafı, yukarıya çekene kadar mahsülü patır patır ziyan etmeleri… Sen şu bahçedekiler ile köylüleri bir gece topla tarlada, tüm depoları dolduracak kadar mahsül toplarız. Sonra ver elini zenginlik… Ayda bir gelip hasat ederiz. Olmadı bunlardan bir kaç yüz tane almaya gelir, üretime orada devam ederiz.

— Hiç merak etmeyin. Ben iki güne kalmaz, hepsini orada toplarım.

— Aferin… Zengin olacağız, zengin… Bunun gramını bizim orada deliler gibi yüksek fiyata satacağız. En lüks restoranlar şimdiden verdiğimiz her fiyata razı olduklarını söylediler. Masrafları çoktan çıkartıp kara geçtik bile…

— Süper haber efendim. Ben o halde işe devam ediyorum.

— Haydi bakalım…

Görüşmeyi sonlandırıp gazetedeki manşete gülümseyerek baktı. Bu gezegeni keşfettikleri için şanslıydılar. Ürün için önce kanalizasyonu düşünseler de saf halde bulunmadığından, içine bir çok şey karıştığından dolayı kaliteyi ve fiyatı fazlasıyla düşürüyordu. Bu şekilde mahsülü toplamak ve daha taze haldeyken paketlemek çok daha kaliteli ürün elde edilmesine olanak sağlıyordu.

Bir zaman sonra komutanlarının da dediği gibi, bu türden bir kaç yüz tane alıp gezegenlerindeki çiftliklerde üretime geçmeleri çok daha rahat olacaktı.

Gazetelerden bir tanesini eline alıp kahkaha ile okurken, gelecek planlarının tatlı heyecanının tüm vücuduna yayıldığını hissetti.

UZAYLILAR YİNE İŞ BAŞINDA!

Henüz iki gün önce yaşanan vahim olayın izleri silinmemişken, Kurdeşen Köyü bu sefer de meslektaşlarımıza yapılan çirkin UFO saldırısı ile tekrar ülke gündemine bomba gibi düştü. Gerçek haber peşinde evlerinden uzak, çadırlarda yaşayan gazetecilerimiz dün gece saat 02.35’te olay yerinde incelemeler yapmak üzere bulundukları sırada saldırıya uğradılar.

Sabah saatlerinde çıplak bir şekilde bulunan gazeteciler, büyük bir ışık ile çevrelendiklerini ve tacize uğradıklarını ifade ettiler.

Konuyla ilgili açıklama yapan karakol komutanı Teğmen E.S. tarlada bulunan halüsinatif bir mantar türünün varsanıya sebep olduğunu, olay ile ilgili incelemenin devam ettiğini belirtti.

Ünlü psikiyatr Emrah Kuzu da olay yerine bizzat giderek mağdurlarla özel görüşmeler yapıyor.

İsminin açıklanmasını istemeyen bir yetkili, bu vahim olaya köye musallat olan bir cinin sebep olduğunu belirtirken, güvenlik güçleri tarla etrafında sıkı önlemler alarak köy halkını sorgulamaya devam ediyor.

*Müsfer: Anadolu inanışına göre tarlalar veya incir ağaçlarında yaşadığı rivayet edilen bir cin türü.


240 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

SUÇLU

YOLCU

HASTA

bottom of page