top of page

HASTA



Bir kalp atışıdır yaşam ile ölüm arasındaki mesafe. Ne bir nefes ne de bir düşünce kırıntısı kalır geriye.

Bundan dolayıdır ki yaşayan her tür korkar ölümden. Ama şunu asla bilmez: En zararsız canlı bile kendi basamağın bir altı için ölüm getirendir. Bir zaman gelir, hiç düşünülmeyen bir tür, önemsenmeyen, basamağın en dibinde yer alan ufacık bir kırıntı isyan eder bu düzene.

İşte o zaman kelimenin tam anlamıyla koca bir kıyamet kopar.

Çünkü farklıdır…

Basamak yükseldikçe canlı türler ölümü beslenme hatta bir zevk unsuru olarak görebilir, birbirini dahi bu zevkler uğruna yok edebilir.

Ama o en alttaki tür böyle değildir. O ölümü toplu getirir.

Bir kere öldürmeye başladıysa durdurmak olanaksız hale gelebilir.

O küçücük şey gün gelir yaşadığı topraklardaki güç dengesini altüst edebilir, en güçlü canlıyı bir anda basamağın en altına çekebilir.

İşte benim hikayem de tam olarak böyle bir dönemde başladı aslında. Yok hayır, bir kalp atışı kadar kısa sürede başladı ve bitti.

Hikayelerin bitmesi için anlatıcının ölmesine gerek olmadığını öğretti ve noktayı koydu. Aslında cümlem bitmemişti. Anlatacak çok şey vardı ama son noktayı çoktan koymuştu sayfanın ortasına.

Bir yazara verilen kelime sınırı veya bir öğrenciye verilmiş kısa bir teneffüs gibiydi yaşamım.

“Al bakalım Sedef Hanım, sayfa burada. Anlatacak koskoca otuz dokuz yılın var. Başla haydi. Ama dikkat et de kelimeler tükenmesin.” demiş gibiydi.

Zamanın tik takları peşimden gelirken kelimeler tükenmedi ama boğazımda düğüm oldu çoğu zaman. Yumruk gibi soluk boruma tıkandı, gözyaşları arasında boğulup gitti.

Bir zaman geldi Nuh’un tufanı gibi durmadan akarken gözyaşlarım, içime içime konuştum başka bir zamanda ise boş duvarlara haykırıp durdum.

“Süre doldu Sedef Hanım, anlat bakalım.” dediğinde sustum kaldım.

Aslında anlatacak o kadar şey var ki. Sadece nereden başlayacağımı bilemiyorum.

Annelerin ölmemesi gerektiğini öğrenecek yaştaydım annemi kaybettiğimde. Babaların o kadar da güçlü olmadığını ise bilemeyecek kadar saftım.

Aslında çocukların ölümünün kendi ölümünden beter olduğunu öğrenmiştim yedi yaşındaki kızım ellerimin arasından kayıp giderken ama bu acıyı dindirmek için ölemeyecek kadar da korkaktım.

Hayatta çok şey oldum. Korkak, cesur, dürüst, yalancı, fedakâr veya çıkarcı… Düşünebileceğiniz her şey oldum.

Ama asla yalnız olmadım.

Yalnızlığın nasıl bir şey olduğunu öğrenmemem gereken bir yaşta ise yapayalnız bırakıldım.

Yoo hayır, düşündüğünüz gibi değil. Dünya’da yapayalnızdım.

İlk salgın ben altı yaşındayken başladı. Cesur doktorlarımız altı yüz milyon insan yok olana kadar tedaviyi bulmak için büyük çaba sarf edip sonunda ilk aşıyı geliştirmişlerdi ama annem için çok geçti. Evimiz bir yıl boyunca babamın hıçkırıklarıyla doldu. Babam bir şekilde idare edebiliyordu ama ben?

Ben sadece annemin yüzünü unutmayacağıma söz vermiştim kendime. Onu çiziyor, onun fotoğraflarıyla uyuyordum.

Kokusunu unutmamak için hırkasına sarılıp uyuyor dışarıdaki annelere göz ucuyla dahi bakamıyordum.

Dedim ya annelerin ölmemesi gerekiyordu bana göre.

Ertesi sene küçük katil kendisine karşı kullanılan ilaca dayanıklı halde yeniden geldi.

O dönemler konuşmaya başladılar yayın yapan kuruluşlar. Dünya’daki süper gücün, ululardan ulu ülkenin bir biyolojik silah yaptığını ama kontrolü kaybettiğini…

Oysa bunu hiçbir zaman ispat edemeyeceklerdi.

Biz güvenli evlerimizden çıkmazsak bu hastalığa yakalanmayacaktık. Bizler kurtulacaktık.

Kurtulduk da.

Babam ile on yıl daha kurtulduk her sene ortaya çıkan o seri katilden.

On yedi yaşıma geldiğimde kahramanım, babam okuldan döndüğümde kapıyı açmadı. Ne kadar yalvardıysam nafileydi.

“Hemen maskeni tak ve halanlara git“ dedi.

Büyük halam beni kapıda karşıladığında ağlıyordu. Eşi ve çocuğu öldükten sonra o kutu kadar eve ortanca halam ile birlikte yerleşmişti.

Babamın onlara haber verdiğini ve orada kalmam gerektiğini söylemeden çok önce biliyordum aslında olanları.

Kendime itiraf edemiyordum yalnızca. Çünkü babam da ölemezdi!

Biz onunla beraber kaç salgın dalgasını atlatmıştık, bu seferki mi öldürecekti bizi? Yine her zamanki gibi milyonlar gidecek ama ilacı bulunacaktı. Olmadı…

Babam ilaç bulunmadan bir ay önce diğer yüz küsür milyon insan gibi gitmişti.

“Her yıl daha az kişi ölüyor, kökünü kurutacağız şu lanetin.” dediğinde bir şey söyleyemedim halama.

Şimdi olsa, aslında az kişinin ölmediğini; katilin öldürecek insan bulamadığını belki de açıklardım.

Hakkını vermem lazım, her salgını olgunlukla karşıladık. Dünyada öncelik ilk defa insanlar ve canlılar olmuştu. Ortak bir düşman olduğu için artık ülke diye bir kavram kalmamış, savaşlar ve çıkar çatışmaları sona ermişti.

Evlendiğim yıl büyük halamı yitirdim. Bir yıl önce ölen diğer halamın yanına gideceğini, babam ve annemin de orada olduğunu ve benden selam söyleyeceğini, koskoca bir kadın olduğumu hatta evlendiğimi mutlulukla anlatacağını söyledi elleri bağlı, yatağında ölümünü beklerken ya da aklı hala başındayken…

Umuyorum tüm bunları anlatabilmiştir. Çoğu insanın aksine, hâlâ ölümden sonra bir şekilde buluşabileceğimizi düşünmek güç veriyor bana.

Bizimkisi öyle büyük bir aşk hikayesi değildi. Şirket yemeklerinin birinde tanışmış ve hoşlanmıştık birbirimizden. Şimdi düşünüyorum da ne o beni çok sevdi ne de ben ona aşıktım. Ama iyi anlaştık, evliliğimizin gücü kızımızdı. O minicik elleriyle sıkıca birleştirmişti bizi. Birimiz yere düşsek ufacık bir gülüşü ile bizi kaldırmayı bildi.

“Korkuyorum anneciğim…”

Ölmeden önceki son sözleri oldu bu. Hiçbir şey söyleyemedim. Söylemeye çalışsam da hiç bir şey çıkmadı iki dudağımın arasından.

Eşimin aksine saldırgan değildi. Son aşamadaki hiçbir belirtiyi göstermemişti. Yatağa bağlamamıştım bile.

Kendimi dışarıya attığımda fark ettim ki artık kimse kalmamıştı etrafta. Sokaklar bomboştu. Ne kadar aradıysam nafile. Ne bir insan, ne bir kuş…

Ne olduğu belirsiz salgın sonunda ilaçlardan başka bir açıklama yapmayan cesur insanları bile beraberinde götürmüş, bir lanet gibi beni yapayalnız bırakmıştı.

İşte anlatabileceğim hikâyem bu. Yüz metre kadar ilerimde duran kocaman duvarların arasında olur ki bir yaşayan bulabilirsem bunları anlatacağım ve kendi ölümümü bekleyeceğim.

Kızımı bile gömemediğimi söyleyeceğim belki de. Yargılayan gözler olacak beni mutlaka… Onu eşim ile beraber çürümeye bıraktığım için dışlayacaklar belki de.

Ne olursa olsun altı aylık yalnızlıktan sonra iyi gelecek bana. Konuşmaya o kadar muhtacım ki…

Duvarların dibine geldiğimde ne kadar büyük olduklarını daha iyi anladım. Burada birileri yoksa eğer umudum kalmayacak kadar güvenli bir sığınak yapmışlar.

Ne kadar yürüdüm veya neredeyim bilmiyorum ama tam karşımda belki de insanlığın son mirası duruyor orası kesin.

“Bir adım daha atma.”

Ses çok yakınımda ama göremiyorum.

“Neredesin? Lütfen yüzünü göster.”

“Sakın bir adım daha atma.”

“Atmam söz… ama lütfen bana kendini göster. Lütfen benimle konuş.”

“Orada kal. Adın ne?”

“Adım Sedef. Altı aydır insan yüzü görmedim. Ailemi… kaybettim. Lütfen beni içeriye alın. Sanıyorum… sanırım benim bağışıklığım var. Sizlere yardım ederim. Söz veriyorum! Sonra dilerseniz beni öldürün ama işe yaramak istiyorum. Ne olur!”

“Sedef demek. Bağışıklığın da var ha?”

Dalga geçer gibiydi ama önemli değildi. Sonuçta bir insan dahi olsa bulmuştum.

“Evet. Çevremdeki herkese bulaştı… kızım… ellerimin arasında öldü ama…”

Başka bir insanın fısıltılarını duydum. Ellerimden bahsediyordu.

“Sedef, ellerini havaya kaldırıp bize gösterir misin?”

“Ha? Ellerimi mi? Neden? Hem neredesiniz? Nereye göstereceğim?”

“Sen sadece havaya kaldır, biz görürüz.”

Ellerimi havaya kaldırdığımda bir iç çekiş duydum. Sonra fısıltılar.

“Vay anasını… Farkında değil… Demek ki doğruymuş.”

“Neyin farkında değil? Ne oluyor?”

“Sedef orada dur. Hareket etme.”

Yine bir fısıltı.

“Sakin görünüyor… Sence ne kadar süre var?”

“Yo hayır, ben hep sakinim zaten. Hiç hastalanmadım.”

“Sedef… çok üzgünüm.”

“Neye üzgünsün? Ne oluyor?”

“Çok çok üzgünüm ama sen…”

“Ben?”

Bir fısıltı daha…

“Boş ver söyleme, bitir işini.”

Şimdi anlıyordum. Çok yanlış bir yerdeydim.

“Sizdiniz demek?”

“Ne demek istiyorsun?”

“Herkesi hasta eden, yeni bir medeniyet kurmak isteyenler, süper güç… sizsiniz demek.”

Kahkahası mutluluktan çok uzaktı.

“Üzgünüm hanımefendi ama sen çok yanlış anladın.”

Silahın sesi ile omzumdaki tarifi imkânsız acı tüm teorimi doğrulasa da mutluydum… Ailem beni bekliyordu. Aslında ölümden değil, kendimi öldürmekten korkuyordum.

“Yine mi Selim! Yine mi vuramadın! Ver o silahı bana!”

“Öldürün beni, ailem beni bekliyor.”

“Ne kadar da romantik bir katil değil mi?”

“Katil mi?”

“Sevgili dostum, biz süper güç değiliz. Burası sağlıklı insanlar için bir sığınma kampı ve buradaki masum insanları senin gibilerden koruyoruz.”

“Benim gibi?”

“Evinden çıkarken görmüş ekipler seni, yalnızca bir kilometre uzakta.”

“Hayır ben altı aydır…”

“Sus da beni dinle… en azından bunu hak ediyorsun. Aileni öldürdün. Sadece bir saat önce, sonra deli gibi etrafta dolaştın. Sen hastasın.”

“Hayır, değilim. Kızım…”

Kelimeler bitmişti oysa. Sadece yer değiştirerek yeni bir hikaye yazmıştım son bir saatte. O an eşimin parçaladığım kafatası, kızımın ellerim arasındaki narin boynu ve “korkuyorum anneciğim” diye yakarışları gözümün önüne geldi. Sonra hastalık…

Hasta sanrılar görmeye başlar ve taşıyıcı konumuna geçer… saldırgan tutumu ilk bir saat sonrasında geçici bir sakinliğe dönüşür… Sonra tekrar…

Hikayemin ne kadarı doğruydu?

“Durun, hayır! Ben….”

İkinci atış sadece kafamdaki anlık bir yakıcı acıydı…


Not: Bu öykü pandemiden 6 ay önce 2019 yılının öykü seçkisi için yazılmıştır.

343 görüntüleme2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

SUÇLU

YOLCU

HASATÇILAR

bottom of page