top of page

CİNAYET

 

Adalet kâinatın ruhudur.
Ömer Hayyam

 

 

“Olayların buraya geleceği baştan belliydi.”

 

Hücrenin içerisinde sağdan sola, soldan sağa volta atıp duran patronumun durmadan tekrarladığı bu cümle canımı sıksa da sessiz kalmayı tercih ediyordum. İki koca gün, yani kırk sekiz saat bu şekilde geçse de ağzımdan tek kelime çıkmamıştı.

Evet haklıydı belki ama bunun şu andan sonra bir anlamı da yoktu.

Belki tek kez söylemiş olsaydı çok etkili olabilirdi ama saatte altmış defadan kırk sekiz saatte iki bin sekiz yüz seksen kere tekrarlanan bir cümlenin yarattığı tek etki, ayağa kalkıp adamın o kalın boğazını iki elimle sarma isteğinden başka bir şey değildi.

Tam da bu düşünce anlamlı ve uygulanabilir göründüğü anda kapı açıldı. Evet. Bu gibi düşünceler ne zaman mantıklı gelmeye başlasa bir şey olur ve sizi o güzel aksiyon sahnesinin baş karakteri olmaktan kurtarır zaten.

Buna da şaşırmadım kısacası.

Zaten şaşıracak birçok şey yaşanmışken, bu büyük bir etki yaratmamıştı.

İçeriye giren genç adamın suratı ifadesiz, muhatabı ise dik dik baktığı duvar gibiydi.

“Hazırlanın, duruşmaya gideceksiniz.”

Tabii ya. “Biraz bekle. Kravatımı takayım, kuru temizlemeden elbiselerimi alayım… ulan it oğlu it, neye hazırlanacağız? Apar topar tıktınız buraya,”

demek istesem de salak salak gülümseyerek ayağa kalktım.

“Tabii ki. Siz nasıl isterseniz.”

Sesim beklediğimden daha cılız çıkmıştı. Korkuyordum yahu, ne bekliyordum ki? Bilinmez bir pisliğin içine kendi ellerimizle düşmüştük. İşin komik tarafı, bunu neredeyse tüm dünyanın gözü önünde yaptığımız için de neredeyse tüm dünya halkı bizim cezalandırılmamızı istiyordu.

Hâlâ odada volta atmaya devam eden patronuma seslendim:

“İsmet Bey, hadi sakin olalım. Bakın mahkemeye gidiyoruz.”

Kırklı yaşlarının sonundaki İsmet, programlama ve yapay zekâ konusunda belki de ülkemin yetiştirdiği en büyük adamların başındaydı. Göbeği kendisinden önce göründüğü için aramızda çeşitli lakaplar taksak da bu asosyal çam yarmasından bunları yüzüne söyleyemeyecek kadar korkuyorduk. Bana doğru gürlediğinde de bu korkunun yersiz olmadığını ispatlar gibiydi.

“Ulan neye sakin olacağız! Adamlar bizi günah keçisi ilan edip apar topar buraya getirdiler. Şimdi de kamuoyu baskısı falan fistan diyerek apar topar mahkemeye çıkarıyorlar. Mahkemeye çıktığımızda hâkim gül cemalimizin hatırına bize masum mu diyecek dingil?”

Gardiyanın hamlesi o kadar ani oldu ki, ağzımı açıp da ulan aslında buraya düşme nedenimiz sensin, bizi işe alırken cennet vaatlerinde bulunan ben değildim, diyemedim.

İsmet ağzının tam ortasına yediği tokattan sonra annesinden azar yemiş bir çocuk gibi geri geri giderken gardiyan elini cebinden çıkardığı bir mendil ile silerek gürledi:

“Bunu bir uyarı kabul edin. Umuyorum mahkemede de bu ufak uyarıyı hatırlar ve sesinizi bu kadar yükseltmezsiniz.”

Gardiyanımızın peşi sıra hücreden çıkarak dar koridorlardan geçtik. Birkaç metre ötemizde başka bir gardiyanın peşinden bizim gibi ürkek adımlarla ilerleyen üç kişiye baktığımda boğazım düğümlendi.

Ekibin hepsi buradaydı…

Hepimizin üzerinde aynı salak tişört vardı. Tişörtlerin üzerindeki logolar benim için tam bir utanç kaynağıydı. İsmet her bir boku bildiği gibi bu konuda da ahkam keserek, ilk yaptığım güzelim logoyu saçma sapan bir hâle gelene kadar değiştirmişti.

Bir nakil aracının içine yerleştirildiğimizde tüm şirket bir aradaydık. Gerçi serbest çalışan programcılarımız, grafikerlerimiz eksikti. Kim bilir belki salonda onları da görürdük.

Araç hareket etmeden önce İsmet’e ilk hamle Serhat’tan gelmişti. Zavallı adam ağzının ortasına yediği bir tokat ile yerine oturarak mahkeme adabı hakkında nutuk yediğinde artık hepimiz yapmamız ve yapmamamız gereken şeyi öğrenmiştik.

Ağzımızın ortasına tokat yiyor olmak onur kırıcı görünebilir fakat buraya gelirken aklımdan geçen onca işkence fantezisine kıyasla, kırılanın yalnızca onurumuz olması iyi bir şeydi.

Ara sıra Eda’yı göz ucuyla kontrol ediyordum. İki gün önce özenle topladığı saçları dağılmış, ağlamaktan gözleri kızarmıştı. Ama hâlâ güzeldi. Kestane rengi saçlarının bir kısmı terden alnına yapışmıştı. Bu durum beni o kadar rahatsız ediyordu ki dayanamayıp yerimden doğrularak saçlarını düzelttim. Sert bakışları teşekkür ediyor gibi görünmüyordu.

Evet geri zekalı, o gün sunum iyi geçmiş olsaydı belki de akşam yemeğine davet edecektin ama kızı kodese tıktırdın. Ne bekliyordun ki?

Sessiz geçen yolculuk sonrası aracın kapısı açıldığında, flaşlar suratımıza patlamaya başladı.

Yalan yok. İsmet sözünü tutmuştu. Artık ünlüydük. Neredeyse tüm ülkelerin devlet kanalları, youtuberlar, bloggerlar, garip garip tipler etrafımızı sarmıştı.

“Pişman mısınız?”

“Bu eylemi planlamış mıydınız?”

“Başka cinayetler de var mı? Test aşamasında kaç can aldınız?”

Güruhu yarıp bize yol açan gardiyan ve polis ekibi çemberi arasından sorulara cevap vermek isterdim ama ağzımın ortasına yiyeceğim bir tokat ihtimali bunu engelliyordu.

“LAN OĞLUM NE CİNAYETİ AĞZINA SIÇTIĞIMIN YOUTUBER BOZUNTUSU! SENİN ANANIN…”

En azından İsmet ağzına tokadı yemeden önce hislerimin bir kısmını dışarıya vurmuştu. İki türlü de içimin yağları erimişti.

Aylardır bizleri çeşitli vaatlerle saatlerce öküz gibi çalıştıran, maaşlarımızı ödemeyen İsmet rezil olmuş, gerzek internet ünlüsü ise annesi ile ilgili fantezilerimizin bir kısmını duyabilmişti.

Mübaşir, sağ olsun isimlerimizi bilmiyormuşuz gibi kulağımızın dibinde bağırmaya devam ederken salona girdik.

O an bu salondan İsmet’in de dediği gibi masum çıkamayacağımızı anlamıştım. Adi herif her zaman haklı çıkıyordu!

 

Yerlerimize oturduğumuzda salondaki çeşitli tipler dikkatimi çekti. Mübarek salon mahkeme değil de şimdilerde pek hatırlanmayan 23 Nisan şenlikleri gibiydi. Çeşitli milletlerden insanlar bir araya gelmiş, çeşitli dillerde bizleri tartışıyordu.

Hâkim salona girdiğinde tüm o dil karmaşası da son buldu.

Hâkim hiç de filmlerdeki gibi değildi. Bize filmlerde gösterdikleri yaşlı olurdu bir kere. Bu ise gençti.

Onların gözlerinde bir merhamet olurdu, bunun gözleri ise ateş saçıyordu. Savcı da çok farklı değildi ya neyse.

Kısacası sıçmıştık.

İsmet, Eda, Serhat ve Ozan sırasıyla bunun bir cinayet olmadığını, daha hayata bile geçmemiş bir proje olduğunu, masum olduğumuzu söyleseler de hâkimin suratında bize inandığına dair bir işaret görememiştik.

Altı saatin sonunda ayağa kalkan bendim.

“İsmin?”

“Arda efendim.”

“Söyle bakalım Arda, bu kişileri tanıyor musun?”

“Evet efendim. Aynı şirkette çalışıyoruz… Kaytanbıyık Bilgisayar Gıda İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketinde. İsmet Kaytanbıyık’ın yönetim kurulu başkanı olduğu şirkette hepimiz kurul üyesiyiz…”

Mahkemede bu isim her duyulduğunda kopan kahkaha tekrarlandı. Sanki tişörtlerimizdeki o kaytan kıyıklı logo her şeyi anlatmıyormuş gibi hepimize şirket adını sormuşlardı. Yabancı puştlar bile anlamadıkları hâlde gülüyorlardı. O salak herife soyadıyla oyun firması açmamasını söylemiştim ama ne fayda. Herif kendi bildiğini okumaktan vazgeçmiyordu ki!

“Kurul haricinde ne yapıyorsun?”

“Grafik tasarımın başındayım efendim.”

“Bana şu projeden bahset bakayım?”

“Efendim yaklaşık iki yıl önce başladık. Oyun projesi için İsmet Kaytanbıyık tarafından tıpkı diğer arkadaşlarım gibi işe alındım. Bizlere düşünebilen, hissedebilen bir yapay zekâ üzerinde çalıştığını ve yeni nesil bir oyun düşündüğünü söyledi. Açıkçası başta inanmadım ama merak da ettim. Sonunda projeye başladığımızda…”

“Projenin adını söyle?”

Dişlerimi sıktım. Hâkimin derdi tribüne oynamak, mahkemeyi komik bir sunuma dönüştürmekti.

Son Osmanlı Tokatçısı efendim.”

Yine bir kahkaha koptu.

“Devam et.”

“Sonunda projeye başladığımızda aslında İsmet Bey’in yalan söylemediğini anladık. Yapay zekâ çoktan projeye dahil olmuş hatta bu oyun fikri de ondan çıkmıştı.”

Savcı gürlediğinde yerimde zıplamamak için zor tuttum kendimi.

“Hâkim Bey, bunlar yapay zekâ diyerek olayı basitleştirmeye çalışıyorlar. Onun bir adı var.”

“Doğru söylüyorsunuz. Bize Haydar’dan bahsedin.”

“Özür dilerim. İsmini İsmet Bey’in babasından alıyordu. Haydar oldukça üretkendi. Projenin neredeyse her dalında katkı sağladı. Grafikleri o seçiyor, bana sadece düzenlemeler kalıyordu. Oyunculara kusursuz ve oldukça zorlu bir dünya yaratmamızda, oyun fuarının ülkemize gelmesinde hep onun emekleri vardı.”

“Peki Haydar tek miydi?”

“Anlayamadım efendim?”

“Proje içerisinde başka Haydarlar var mıydı?”

“Hayır efendim. İnanın tekti. Her şey o kadar kusursuzdu ki. Ben hâlâ inanamıyorum.”

“Olay nasıl gelişti?”

“Oyunu hazırladıktan sonra fuarda göstermek için en büyük standı ve salonu tuttuk. İnanın kredisi için neredeyse hepimiz kefil olduk İsmet Bey’e. Eğer o borçlar ödenmezse…”

Hâkim masaya çekiciyle vurup susturmasa ağlayacaktım bile ama adam işini biliyordu.

“Sana borçları sormadım. Olayı anlatmanı istedim.”

“Tamam efendim. Sunum saati geldiğinde neredeyse tüm dünyanın gözü bizim üzerimizdeydi. Ülkemizi en iyi şekilde temsil etmeye hazır…”

 

Savcı gürlediğinde yine kendimi zor tuttum.

“Milli meseleleri, bekâ sorununu tüm dünya önünde tartışmak istemem ama yine halkın milli duygularına seslenmeye çalışıyorlar.”

Anana mı oynasaydım, diyemedim. Hâkim onaylayan bir şekilde kafasını salladı.

“Olaya geç.”

“Tamam efendim. Sunum başladığında ben kendi karakterim ile Haydar’ın karşısına çıktım. Plan belliydi. Daha önce defalarca yapmıştık bunu. Onun koşullarında bunun bir ölüm değil, en kötü ihtimalle bayılma olması gerekiyordu. Daha onun gibi birçok karakter koyacaktık bölüm sonlarına. Boss dediğimiz karakterlerin hepsi gerçek, düşünebilen ve bize karşı kendisini savunabilen karakterler olacaktı. Ama nasıl olduysa, Haydar birkaç tokattan sonra herkesin gözü önünde yalvarmaya başladı. Ben bunun gerçekçi göstermek için yaptığı teatral bir şey olduğunu düşünerek daha çok vurmaya başladım.”

“Daha önce yalvarmış mıydı?”

“Hayır efendim. Ama…”

“Kendi ağzınla söylüyorsun işte. Bak. Yalvarmış sana o kadar. Belki bir sorun çıkmıştı, belki zayıf düşmüştü ama sen dinlemedin.”

“Hayır efendim, öyle değil.”

“Arda, bak söylediklerini burada herkes duyuyor. Daha önce hiç yalvarmamış ama sen dinlememiş vurmaya devam etmişsin. Oradaki insanlar çığlık atmaya başlamasa belki de paramparça edecektin zavallıyı. Bunun adı cinayettir.”

“Efendim hayır bu bir oyundu. Yemin ederim bu bir oyundu!”

Hâkim ve salondaki herkes alacağı cevabı çoktan almıştı. Artık kaçış kalmamıştı.

Yerime oturduğumda Eda elimi sıktı.

“Yapacak bir şey yoktu. O öldü… biz onu öldürdük.”

Tüm tanıklar da dinlendikten sonra hâkim gururla, tüm ihtişamıyla Dünya’da ilk ve başka bunun gibi davalara emsal olacak kararını açıkladı:

Ağırlaştırılmış 24 yıl hapis… İyi hâl indirimi mi? Karar açıklandığı anda İsmet’in ağzından çıkan küfürlerin üzerine inen bir diğer tokat, o indirimi buhar etmişti.

 

BAŞKA HAYDARLAR ÖLMESİN

 

Büyük ülkemiz, dünyanın kıskandığı devletimiz yine bir oyunu zamanında bozarak tarihe geçecek bir davayı ivedi bir şekilde çözüme ulaştırdı. Adaletimiz ve polis teşkilatımız üç gün önce dünyanın gözü önünde işlenen bir yapay zekâ cinayetini üzerimize atmaya çalışan devletlere ders olacak karar ile A.T., İ.K., E.Ö., S.C. ve O.T. adlı şahıslardan kurulu Kaytancılar çetesinin ülkemizin itibarına vermeye çalıştığı tüm zararları bertaraf etmeyi başardılar. Başka Haydarlar Ölmesin adlı imza kampanyası saatler içerisinde yüz milyonlarca imza toplamayı başararak oyun yapımcıları tarafından yapay zekâ kullanılmasının engellenmesi için adımların atılmasını sağladı.

 

 

SUÇ ALETLERİ BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’E TESLİM EDİLDİ

 

Kamuoyunda Kaytanbıyık faciası olarak anılan olayın üzerinden saatler geçmeden, ülkemiz çetenin aletlerini Birleşmiş Milletlere teslim ederek iş birliği göstermiş, bu gibi projelerin kullanılmasının engellenmesi için gerekli adımları atmıştır. Gazetemize konuşan bir yetkili CIA’in bu kaynak kodlarını kullanarak böyle çalışma yapanların daha projeye başladığı anda yakalanması için bir alarm sistemi geliştireceklerini, ülkemizin iş birliği için tüm dünyanın minnettar olduğunu belirtmiştir.


121 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

SUÇLU

YOLCU

HASTA

bottom of page