KÖTÜLÜK – ( Ş. Yüksel YILMAZ ) Kısa Öykü

Yaklaşan yağmurun ağırlığı, güneş ışığının kurşuni bulutlar arasından yüzeye ulaşma çabası… Eski insanların özellikle yağmurlu havalar ve kurşuni bulutlar üzerine yazdığı sayısız kitap ve şarkının sebebini bir türlü anlayamıyordu. Ozan’ın otuz yıllık hayatının tamamı bu hava koşulları altında geçmişti. Güneşli bir günün nasıl olacağını tahmin dahi edemiyordu.
Elindeki cihaz mesai saatinin başlamasına iki dakika kaldığını gösteriyordu. İçtiği sigaranın belirlenen limitlerin üstünde olduğu uyarısı ve maaşından kesilecek miktar biraz canını sıksa da, son bir nefes daha çekip sigarasını söndürdü. Mesai saatinin başlama uyarısı sorgu merkezi kapısından giriş yaptığı anda kesildi.
“Günaydın Ozan Bey,” diyerek güler yüzle kendisini karşılayan yaşlı görevliyi başıyla selamladı. “Günaydın. Ezgi Hanım geldi mi?”
“İçeride sizleri bekliyor. Erken geldi.”
Güvenlik görevlisine teşekkür ederek, sorgu odasına yürümeye başladı. Ezgi’nin erken gelmesine şaşırmamıştı. Genç kadın henüz yirmili yaşlarının ortalarında olmalıydı. Geleli üç gün olmasına rağmen henüz dosyasını inceleyememişti. Yapıcı yaklaşımı ve ilgisi ile soruşturmalarındaki büyük bir eksiği kapatıyordu. Ozan da çabucak ısınmıştı bu genç kadına. Kumral bukle bukle saçları, keskin yüz hatları ile güzel bir kızdı. Çocukları sevdiği ve onları kurtarmanın bir yolunu bulmak istediği için bu işi seçtiğinden bahsetmişti.
“Günaydın, soruşturma kaç gibi başlar acaba?” genç kadın her zaman olduğu gibi kendisini soru ve güler yüzle karşılamıştı. Geldiği günden bu yana çok konuşuyor, Ozan ise sadece dinliyor ve yer yer kafa sallıyordu.
“Bugün çok yoğun bir gün olacak. Birkaç dakikaya başlamış oluruz.”
“Ne düşünüyorsun peki?”
“Önemli olan benim değil, onun ne düşündüğü.”
Konuşmalarını kesen, içeriye getirilen küçük çocuk olmuştu. İki görevlinin arasında ne kadar da çaresiz ve savunmasız görünüyordu halbuki. Ozan, çocuğun yüzünde ufak bir ifade aradı ama şaşkınlık ve merak haricinde bir şey göremedi. Yanında bulunan “iyilik timsali”nin dosyasının aksine bu çocuğunkini incelemişti. Kayra: Henüz on yaşındaydı. Doktor bir baba ve biyolog bir annenin oğlu. Kumral. Kahverengi gözlü. Özellikle matematik konusunda çok başarılı. Müziğe de yatkın.
Oda çok geniş sayılmazdı. İçerideki eşyalar, ortada bulunan büyükçe bir masa ve dört sandalyeden ibaretti. Sorgu merkezinde bulunan tüm odalar bu düzende tasarlanmıştı. Sorgu esnasında çocukların dikkatini dağıtacak tüm ayrıntılardan arındırılmış, dostane bir hava katabilmek için pastel renkler tercih edilmişti.
Ozan nazik bir şekilde çocuğu tam karşısına oturttu. Ezgi ise ikilinin arasında oturmayı tercih ederek, masanın üçüncü köşesine yerleşti. Bu haliyle sanki az sonra başlayacak bir satranç maçının hakemi gibi duruyordu.
Kayra, ellerini nereye koyacağını bilemez halde onlara bakıyordu. Ezgi güven veren gülümsemesiyle çocuğu karşıladı:
“Merhaba Kayra. Nasılsın?”
Çocuğun gözleri, Ozan ile Ezgi arasında gidip geliyordu. Ozan’dan çekindiği belliydi. Ozan, Ezgi kadar sevecen olamadığım için üzgünüm ufaklık diye geçirdi içinden.
“İyiyim, teşekkür ederim. Siz nasılsınız?”
Ezgi içten bir gülümseme ile devam etti:
“İyiyim canım. Büyük ihtimalle neden burada olduğunu merak ediyorsun ve birazcık da korkuyorsun ama inan korkacak hiçbir şey yok.”
Çocuk biraz rahatlamış̧ gibi gülümsedi.
“Anlamıyorum.”
“Anlamayacak bir şey yok ufaklık. Sana sadece birkaç soru soracağız, o kadar,” diyerek söze girdi Ozan. Sesi istediğinden biraz daha sert çıkmıştı.
Ozan’ın cevabı karşısında çocuk yine eski çekingen haline geri döndü.
“Ozan ağabeyin seni korkutmak istemedi, değil mi?”
Biraz da utanarak, “Evet,” diyerek geçiştirdi soruyu. İçinden çaylağa böyle bir rol verdiği için kendisine kızmayı da ihmal etmemişti.
“Neden annemle babamı da getirmediniz? Hem polisler sadece kötüleri yakalamaz mı?”
“Hayır Kayra, sadece kötüleri yakalamayız. Bazen de sorular sormak için senin gibi arkadaşlarımızı buraya çağırırız.”
“Ben sizin arkadaşınız mıyım?”
“Tabii ki. Eğer tüm sorularımıza hızlıca cevap verirsen, çok yardımcı bir arkadaş̧ olacaksın hem de.”
Çocuk biraz daha rahatlamış̧ bir şekilde ellerini masanın üzerine koydu. Ozan’ın ilk dikkatini çeken, yediği tırnakları ve parmak uçlarında bulunan boya izleri olmuştu.
“Resim yapmayı sever misin Kayra?”
Çocuk ilk başta irkilse de gülümseyerek cevap verdi:
“Evet, ama çok güzel yapamıyorum.”
“Nereden böyle bir kanıya vardın ufaklık?”
“Öğretmenim hep benim soru çözmemi ister. Bırak resimleri de diğer arkadaşların yapsın der.”
“Anlıyorum. Peki yaptığın resimler kötü mü?”
“Evet, galiba.”
“Peki Kayracığım, sohbetimizden sonra bize de bir resim yapar mısın?”
“Yaparım.”
“Anlaştık. Hiç rüya görür müsün? Kötü rüyalar?”
“Hayır.”
“Hiç mi?”
Çocuk gözlerini yuvarlayarak düşünmeye başladığında, Ozan bir an çocuğun yüzünde korkuya dair bir mikro ifade yakaladı.
“Bazen görürüm.”
“Neden ilk başta hayır dedin peki?”
Ozan’ın soruları, çocuğun daha da korkmasına neden oluyordu.
“Çünkü dalga geçersiniz.”
“Anlatsana bir tanesini, ben dalga geçeceğimi sanmıyorum.”
Başparmağının tırnağını kemirmeye başlayan çocuk, bir müddet sessiz kaldı. Ozan soruya cevap vermeyeceğini düşünmeye başlamıştı.
“Babaannemi görürüm. Beni bir bahçede toprağa gömerken. Topraktan daha da büyüyerek çıkacağımı söyler ama o toprağı attıkça ben korkarım. Çığlıklar atarım.”
Ezgi ve Ozan bir an göz göze geldiler. Ezgi’nin gözlerinde hüzün vardı. “Ne zamandır bunları görüyorsun peki?”
“Hatırlamıyorum.”
“Çok mu görüyorsun?”
“Evet.”
“Tamam Kayracığım. Arkadaşların nasıllar peki?”
“Hepsi çok iyi. Annem her zaman bölüşmemi ister. Bir cebime benim için diğerine de arkadaşlarım için para koyar. Kendime ne alıyorsam parası olmayan arkadaşıma da almam için.”
“Ne güzel… Zengin misiniz o kadar?”
“Sanırım…”
Çocuğun sesinde övünme veya gurur yoktu. Bunu söylerken daha çok utanıyor gibiydi.
“Neden sanırım dedin?”
“Annem paramız hakkında kimseye bir şey söylememi istemez de ondan.”
Ezgi takdir edercesine başını okşadı. Ozan ise sert bir bakışla kızı tersledi.
Kurallar açıktı: Hiç bir şekilde fiziksel temas olamazdı. Genç kadın da yaptığı hatanın farkına vararak, özür diler bir ifadeyle baktı.
“Peki Kayra. Ölüm nedir?”
Kayra birden korkutucu bir canavardan bahsediliyor gibi geriye çekildi.
“Kötü bir şey… Çok kötü.”
“Korkar mısın ölümden?”
“Evet. Babaannem. O.”
Çocuk ağlamaya başladığında bir süre sessizce beklediler. Ozan, dosyasında çocuğun babaannesini çok sevdiği ve yaşlı kadının uykusunda öldüğünü görmüştü.
“Onu çok sever miydin?”
“Evet.”
“Çok ağladın mı?”
Çocuk yine hıçkırıklara boğulduğunda, terminaline içeriye çocuk için şekerli bir içecek, kendileri için de kahve getirilmesi notunu girmişti. Ellerinde bulunan bu teknolojik cihaz olan terminal, tüm iletişimlerinin de temeliydi.
“Evet.”
“Tamam canım, geçti. Seni üzmek istememiştik.”
İçeriye giren polis memuru çocuğun önüne bir bardak meyve suyu kendilerine ise kahvelerini bırakarak gitmişti bile. Kahve bu sıralar bulunması en zor içeceklerin başında geldiğinden içtikleri gerçek kahve değildi. Ama en azından o tadı alabiliyorlardı. Uzun yıllar önce kahve ve kakaoyu sürdürülebilir tarımla dahi kurtaramamışlardı.
“Peki Kayra. Bir soru daha: Kan nedir?”
“İnsanlara can veren şey. Hatta babam bazen annemle hastalarının kan kaybettiğini konuşur. Sorduğumda insanların bir yeri kesildiğinde doktorlar kanı durduramazlarsa kötü olur demişti.”
“Anladım.”
Ezgi ile bir anlığına göz göze geldiler. Çocuk halen önündeki bardağa dokunmamıştı.
“Şöyle yapalım mı, sen meyve suyunu içerken biz de dışarıda kahvelerimizi içelim, ne dersin?”
“Beni burada yalnız bırakmayın.”
“Yo hayır, yalnız değilsin, tam burada bir polis amcan bekleyecek.”
“Sen de kalsan?”
Çocuk, Ezgi’nin elini tutmuştu. Ezgi dolan gözlerindeki yaşlara engel olarak. “Hemen geleceğim söz,” dedi ve odadan ayrıldı.
Yağmur başlamıştı. Sorgu merkezi önünde bir bankın üzerine oturdular. Ozan bir süre konuşmadan kahvesinden yudumladı.
“Şimdi ne düşünüyorsun?”
“Ne kadar çok soru sorduğunu düşünüyorum.”
“Ya, dalga geçmeyi bırak. Sence de ailesi iyi iş çıkartmamış̧ mı?”
“Öyle görünüyor.”
“Ama?”
“Aması yok.”
“Var. Söyleyişinde bir şüphe vardı.”
“Çocuk normal görünüyor.”
“Aynen öyle. O halde?”
“Üç yıl diyelim.”
“Bence sorgu gibi bir travmayı üç yıl sonra tekrar yaşatmayalım.”
“Kaç yıl, peki?”
“On sekizinde tekrar.”
Ozan bir süre elindeki kahvenin buharına baktı. Yağmurun sesi huzur vericiydi. “Bilemiyorum. Çok uzun bir süre.”
“Ozan, ailesi çok başarılı. Bu kadar paranoyak olmaya gerek yok.”
“Her neyse.”
“Her neyse ne?”
“Tamam be, tamam.”
Ozan kahvesinin kalanını yakınındaki ağacın dibine döküp ayağa kalktı.
“O zaman sen devam et. Ben diğer sorguya geçiyorum.”
“Anlaştık.”
Ezgi büyük bir sevinçle çocuğun kaldığı odaya geçerken, o da sorgulanacak diğer çocuğun odasına doğru yol almaya başlamıştı.
Gün içinde onay alamayan tek çocuk olmuştu Geriye kalan tüm çocukların aileleri gerçekten çok iyi iş çıkarmış̧ gibi görünüyorlardı.
Eve gitmeden önce sorgu merkezinin önünde biraz oturdu. Yorgun ve uykusuzdu ama bu işin stresinden sonra eve hemen gitmek de istemiyordu.
2000’li yılların başlarında insanlık bir buluşa imza atmıştı. Kötülük, insana bahşedilen bir lanet; buna neden olan ise, MAOA adını verdikleri bir gendi. Ama yanılıyorlardı. Bu gen bir travma olmadığı sürece, kötülüğün ana sebebi değildi. Daha sonrasında dünya devi Rusya’dan bir bilim adamı, Evgeni Anisimov, binlerce insan üzerinde yaptığı çalışmalar sonunda EVL adını verdiği yeni bir gen bulmuştu. Bu gen MAOA’nın aksine, gerçek bir kötülüğün habercisiydi. Doğuştan bir kötülük… Yapılan araştırmalar geçmişteki politikacıların bile bu geni taşıyanlarında şiddet ve narsisist eğilimler saptamıştı. Kısacası, gen tehlikeliydi.
Rusya’dan, yine aynı adamdan yeni bir haber gelmesi çok gecikmemişti. Bu durum düzeltilebilirdi. EVL genini çekinik hale getiren bir tedavi mevcuttu: Düzenli bir aşı. Altı ay boyunca düzenli uygulandığında bu gen çekinik hale geliyordu. Ozan ise halen bu aşıya güvenemiyordu. Zamanında Amerika’yı Ortadoğu’da çukura gömen ve hâlâ Türkiye’ye güvenmeyen Rusya’nın, koşulsuz bir şekilde dünyaya yardım edeceğine inanmak saçmaydı ona göre. Şunu çok iyi biliyordu: Rusya gibi ülkeler yeni bir silah bulurlarsa, bunu aynen zamanında Amerika’ya yaptıkları gibi savaş̧ çıkararak; bir ilaç bulurlarsa da salgın başlatarak başka ülkeler üzerinde denerlerdi. Amerika üzerinde kullandıkları silahlar ve Dünya’ya yayılan belirsiz kimyasalların tek tükettiği kahve ve kakao olmamıştı. Halen daha bir çok genetik hastalığın sebebi bu kimyasallar olarak gösteriliyordu.
Ellerinde tuttukları terminallerden, kullandıkları ekipmanlara kadar, her şeyin Rus malı olması bu yüzden kendisinde güvensizlik yaratıyordu. Ama hakkını da vermek gerekiyordu. Gen gerçekti. Aşı, o bulunana kadar alınan çözümlerin hepsine kıyasla daha insancıldı. Bu ilacın bulunmasından önce bu geni taşıyan tüm erişkinler hapishanelerde, bebekler ise çöplüklerdeydi.
Şimdi ise bu aşı sayesinde hem suç ile karşılaşılmıyor, hem de çocuklar zarar görmüyorlardı.
Bugün kendisinin de şahit olduğu üzere, hata oranı binde bir denecek kadar düşüktü.
Derin bir nefes alarak oturduğu yerden kalktı ve kişisel taşıyıcısına doğru yol aldı.
Tam taşıyıcıya binecekken gökyüzüne, parıldayan istasyonlara baktı. Rusya tüm EVL taşıyıcılarını, bir uzay programına özenle seçilmiş̧ bireyler olduklarına ikna ederek yörüngedeki uzay istasyonlarına taşımıştı. Acaba orada nasıllar? diye düşündü.
Dünya ile iletişimleri yoktu. Dolayısıyla hangi şartlar altında yaşadıkları bilinmiyordu. İnsan sayısı arttıkça sadece akşamları, yağmur yağmadığı zamanlarda görünen ışıkların sayısı da artmaya başlamıştı. Yönetim tarafından yörüngede hepsi yaklaşık elli bin insan kapasiteli yaklaşık üç yüz istasyon olduğu belirtilmişti. Sayılar söz konusu olduğunda, hele ki böylesine büyük sayılardan bahsedildiğinde, Ozan’ın tüyleri diken diken oluyordu.
“Gerçek kötülük nedir?”
Arkasında duran Ezgi’yi sorduğu soruya kadar fark edememişti. İrkildi. “Bilmem. Neden bunu bana sordun?”
“Gökyüzüne nasıl baktığını gördüm. O insanlara yaptığımız da kötülük değil miydi? Sence gerçek kötülük sadece öldürmek midir?”
“Geç oldu Ezgi. İyi geceler.”
Ozan umursamaz bir tavırla omuz silkmekle yetindi. Bu konularda konuşulmasını sevmiyordu. Hele de devamlı Yönetim ile irtibat halinde olan cihazlar ve implantlar tarafından kuşatılmışken.
“İyi geceler. Bu arada buna da bakman gerekiyor bence.”
Kadının uzattığı kağıdı eline aldı.
“Bu nedir?”
“Kayra’dan ufak bir hediye.”
Genç kadın gülümseyerek yanından uzaklaştı.
Taşıyıcısına binip evini işaretledikten sonra kağıdı açtı. Elleri titremeye başlamıştı.
Resim çok net bir şekilde bir insan topluluğunu gösteriyordu. Üzerlerinde Rusça bir şeyler yazan uzay kıyafetleri vardı. Bir kısmı birkaç farklı giyimli adam tarafından zorla olduğu belli bir şekilde yataklara sabitleniyordu. Bir kadın ise elindeki bir cihazla onlara ilaçlar vuruyordu.
Beyninden vurulmuşa dönmüştü. O küçük çocuğun bunları nereden bildiğini öğrenmesi gerekiyordu. Saate baktığında gece yarısını çoktan geçtiğini fark etti. Bu saatte gitmesi hem yakışık almayacak, hem de Yönetim izni olmadan hareket ettiği için suç işlemiş̧ sayılacaktı.
Sabah görüşmeye gitmenin daha uygun olduğu konusunda karar vererek eve geçti.
<<<<<<<<<<>>>>>>>>>>
Can, gökyüzündeki ışıltılı istasyonları izleyen oğlunu bir süre kapı aralığından gülümseyerek izledi. Usulca açtığı kapının sesi oğlunun irkilmesine sebep olmuştu.
“Üzgünüm oğlum, seni korkutmak istememiştim.”
Kayra’nın yüzündeki korku anında silinip gülümseme ile yer değiştirdi.
“Ben de şimdi yatacaktım babacığım.”
“Ne demezsin… Hiç de öyle bir hazırlık yapıyor gibi görünmedin gözüme ama neyse… Haydi bakalım, doğruca yatağa”
Oğlu mahcup bir şekilde başını eğerek yatağına geçti.
“İyi geceler baba.”
“İyi geceler oğlum.”
Oğlunu öperek kapıya doğru yönelmişken Kayra arkasından seslendi.
“Baba?”
“Efendim oğlum?”
“O parlayan şeyler, gerçekten yıldız mı?”
Kayra’nın durmadan istasyonlar ile ilgili sorduğu sorular, yaptığı resimler Can’ın sinirlerini bozuyordu. İstemeden de olsa sesini yükselmişti.
“Bunu sana kaç kere söyleyeceğim? Defalarca dedim ya! Tabii ki yıldız!”
“Ama…”
“Aması yok Kayra, bu konu hakkında artık konuşulmayacak!”
“Peki…”
Son konuşmanın da etkisiyle suratı asık bir şekilde odaya geçtiğinde karısının soru dolu bakışları ile karşılaştı.
“Yine mi aynı saçmalıklar?”
“Saçmalama Derya, o daha bir çocuk.”
“O hasta Can! Bunu daha ne kadar saklayacaksın? Hem bugün bir resim yapmış oradakilere. Bunu biliyor muydun?”
Can duydukları karşısında ürperdi.
“Bir resim mi?”
Kadın elini bir şeyleri kovalar gibi savurdu.
“Boş ver, er geç açığa çıkacaktı zaten… İyi oldu böylesi.”
Can, karısının bu kadar acımasız olabildiğine inanamayarak yatağa uzandı. Oğlunun çizdiği resim uykusunu kaçırmıştı.
<<<<<<<<<<>>>>>>>>>>
Ozan el terminaline gelen mesaj ile uyandığında henüz gün ağarmamıştı. Mesaj yüksek öncelikli olarak sadece Ezgi ve kendisine iletilmişti. Acilen sorgu merkezine gitmeleri gerekiyordu. Kayra biraz daha bekleyecek diye düşündü ve hızlıca hazırlandı. Terminalinin günlük alması gereken besin uyarısını ertelemesi, eğer bir mazereti yoksa maaşından yapılacak bir kesinti olacaktı ama bu durumu açıklayabileceğine emindi.
Taşıyıcısı sorgu merkezinin park alanına yanaştığında, kendisini ceketine sımsıkı sarılmış̧ halde bekleyen Ezgi’yi gördü. Zaten güneşi tepede görmek imkansız gibi bir şeydi. Durmadan yağan yağmur, insanların ruh halini de olumsuz etkiliyordu. Gece yarısı yıldızların görülebildiği sayılı günler ise, gökyüzünde parlayan istasyonlar sebebiyle daha da can sıkıcı olabiliyordu.
Ezgi tedirgin bir şekilde, “Günaydın, sence neden çağırdılar bizi bu saatte?” sorusuyla karşıladı kendisini.
“Günaydın, soru sormadığın bir gün olacak mı acaba?” Ezgi bir anlığına yüzünü buruşturdu ama çabucak toparlanıp gülümsedi. Ozan bir an söylediklerinden pişman oldu.
“Sadece bir şakaydı. Bu sefer inan senin kadar ben de merak ediyorum. Bakalım, içeride sorumuzun cevabını bulacağız.”
Sorgu merkezine girdiklerinde kendileri için hazırlanmış bir ekip tarafından ense ve bileklerinde bulunan ve terminalleri ile iletişimi sağlayan implantlar çıkartılmış, terminallerine el konulmuştu. Ozan da Ezgi de çok iyi biliyorlardı ki terminalleri yokken sıradan bir vatandaş dahi değillerdi. Tüm vatandaşlar vücutlarına yerleştirilen implantlar aracılığıyla kesintisiz bir iç iletişim sağlayan bu cihazları taşımakla yükümlüydüler. Bütün bu can sıkıcı işlemlerin ardından bir görevli kendilerini ilk katta bulunan sorgu odalarından birine doğru yönlendirdi.
Yönlendirildikleri yer, dün Kayra’yı sorguladıkları odaydı. Ezgi, soran gözlerle kendisine bakmaya devam ediyordu. Ozan bir anlığına genç kızın aklından birçok soru geçtiğini, ama soramadığını düşünerek gülümsedi. Bu gülümseme Ezgi’yi de rahatlatmış̧ gibiydi.
Kapıyı açtıklarında Ozan’ı şaşırtan şey yüksek rütbeli iki sorgucudan çok, Kayra ve yanındaki çelimsiz ve yorgun adam olmuştu.
Komiserleri Özgür ayağa kalkıp gülümsedi.
“Günaydın gençler, eminim bu saatte neden burada olduğunuzu merak ediyorsunuz.”
İkisi de Özgür’ün gösterdiği sandalyelere oturdular. Bu durum, tüm sorgu tekniklerini yıllar önce Özgür’den öğrenen Ozan için alışılmadıktı. Her sorgusunda sakinliği ile bilinen Özgür gergin görünüyordu.
“Efendim öncelikle-“
“Bir süre bizi dinlemen çok daha akıllıca olur dostum.”
Sözünü kesen diğer üst rütbeliyi daha önce hiç görmemişti. Özgür’ün yanında oturuşuna bakılırsa adam komiserlerinden de üst rütbeli olmalıydı. Ozan saygıyla başını sallamakla yetindi.
Ezgi yanında gergin duruyordu. Elini tutmak istese de, bu durumda çok yanlış̧ olacağını bildiği için vazgeçti.
“Güzel, öncelikle ismim Onur. Sorgu merkezleri iç denetim amiriyim. Can Bey ve Kayra’ya da katılımları için teşekkür ederim. Tanımayanlar için; Can Bey, Kayra’nın babasıdır.”
Adam ürkek bir tavırla masa etrafındaki insanları selamladı. Ozan, adamın Kayra’dan daha çok korktuğunu hissedebiliyordu. Oğluna boğulmak üzere olan bir adamın can simidine sarılışı gibi sımsıkı tutunmuştu.
“Hiç uzatmadan konuya gireceğim: Dün burada bir sorgu yapıldı. Kısa ve taraflı olduğunu düşündüğümüz bir sorguydu. Kayra’nın tedavisi ile ilgili nihai kararınız bizi biraz şüphelendirdi. Sonrasında kayıtları kontrol ettiğimizde, Kayra’dan bir çizim istediğinizi, ama bunu dosyasına eklemediğinizi tespit ettik.”
Ozan bir anlığına Ezgi ile göz göze geldi. Genç kadının çizimi izinsiz çıkarttığını bilmiyordu. Bunu şimdi söylemesi ise ne kendisine ne de ona faydalı olacaktı.
“Her neyse… Kayra sağ olsun bizi kırmadı ve dün yaptığı resmi bizim için tekrar çizdi.”
Onur gülümseyerek çocuğa baktı. Kayra ise onunla göz göze gelmemek için başını babasının göğsüne gömmüştü. Onur elindeki kağıdı Ezgi ve Ozan’a doğru çevirdi. Kayra dün çizdiği resmin aynısını kağıda dökmüştü. Ozan ilk bakışta göremese de, sonrasında bazı değişikliklerin olduğunu fark etti. Bu sefer acı çeken insanlar yoktu, içerideki herkes gülümsüyordu.
“Bu çizimi neden bizlerle paylaşmadığınızı merak ediyoruz.”
Beklenmedik soru karşısında bir an afallayan Ozan, derin bir nefes alarak söze girdi:
“Bu kadar önemli olacağını düşünmemiştik. Özürü yok, biliyoruz ama-“
Onur tekrar sözünü kestiğinde, Ozan dişlerini sıktı.
“Bu konuda kurallar nettir Ozan. Siz düşünmezsiniz, sorgular ve tarafsız kararlar verirsiniz. Düşünülmesi gereken her konuda bizler buradayız.”
“Haklısınız.”
“Tabii ki haklıyım. Neyse. Asıl konu bu değil. Kayra ve bu durumu saklayan sizler için saat 14.00’te bir araç kalkacak. Yeni hayatınızda şimdiden başarılar.”
Gülümseyerek Özgür’e döndü:
“Evet. Bu nedenle terminalleriniz ve implantlarınıza el konuldu. Sevgili Ozan ve Ezgi, verdiğiniz hizmet için teşekkür ederiz. Can Bey, Kayra’yı istasyonda tek başına bırakmak istemediğinize eminim.”
Can çaresiz bir kabulleniş ile başıyla onayladı.
“O halde anlaştık,” diyerek ayaklanan Özgür’e Onur da eşlik etti. Başları ile masadaki insanları selamlayıp kapıya doğru yöneldiler. Özgür tam kapıyı açmıştı ki, tedirgin şekilde kendilerini bekleyen bir kadın onları kapının ardında karşıladı.
Can bir an yıldırım çarpmış̧ gibi irkildi.
“Derya? Onun bir suçu yok inanın!”
Özgür gülümseyerek Can’a döndü:
“Hayır, yanlış anladınız Can Bey. Derya Hanım’ın suçlu olmadığını biliyoruz. Hatta kendisine sizlerin de önünde tekrar teşekkür etmek isterim.”
Genç kadın mağrur bir şekilde gülümsedi.
“Derya… Sen…”
“Bana öyle bakma Can. O hastalıklıydı. En başından beri bunu bildin ve sakladın!”
“Anne.”
Kayra ilk defa gülümsedi ve babasının engel olmasına fırsat vermeden, annesine doğru hareketlendi ama annesinin onu iki eliyle durdurması ile olduğu yere çakıldı.
“Sakın!”
Can zorla ayağa kalkıp yaşlı gözlerle oğluna sarıldı. Ozan tüm bu sahne karşısında içinin parçalandığını, boğazının düğümlendiğini hissetti. Ezgi de hıçkırıyordu.
“İyilik anlayışınız bu mu? Bu yaptığınızın iyilik ile uzaktan yakından bir alakası yok!”
Ezgi’nin içten feryadı karşısında kimse cevap vermedi.
“Bu kadar aile dramı yeter sanırım. Sizleri dışarıda bir taşıyıcı bekliyor. Şimdiden şansınız bol, yolunuz açık olsun.”
İki yetkili Derya’yı da aralarına alarak odadan çıkarken, iki görevli de kendilerini almaya gelmişti. Adamlar nazik tavırlarla kendilerine taşıyıcıya kadar eşlik ederken, Ozan bu yaşananların bir hayal olduğunu ve bir an önce uyanmak istediğini düşünüyordu. Taşıyıcıları kendilerini istasyona götüren gemiye yanaştırdığında bunun artık bir hayal olmadığını biliyordu.
<<<<<<<<<<>>>>>>>>>>
Onur, Özgür’ün odasına girdiğinde genç adamı düşünceli bir şekilde terminaline bakarken buldu.
“Hala olanları mı düşünüyorsun?”
Özgür başını terminalinden kaldırmadan cevapladı:
“Bilmiyorum, en azından Ozan doğruyu bilmeyi hak ediyordu.”
Onur gülümseyerek saate baktı.
“Şu an doğruyu kendi gözleriyle görüyordur eminim.”
Özgür derin bir iç çekti.
“Öyle… Ama en azından benden duyması daha iyi olurdu.”
Onur Özgür’ün masasının önündeki rahat misafir koltuklarından birine oturarak söze girdi:
“Bak, bu bir yalan olabilir. Ama halkın buna ihtiyacı var. Onlar neredeyse gerçeği bulmuşlardı ve biraz daha burada kalsalardı bunu başkalarının da öğrenmesi an meselesiydi. Zaten Ozan’ın raporunda açıkça görülüyordu ki, bu sisteme inancını durmadan sorguluyordu. Ezgi ise son vuruş̧ oldu. Artık daha rahatlar.”
Özgür başını terminalden kaldırarak adama baktı. Gözleri kızarmıştı.
“Evet, ama… Ben rahat değilim. Onları birer suçlu gibi hissettirip oraya yolladık. Hele o çocuk için son yaşananlar tam bir travmaydı.”
“Bak o konuda haklısın. Keşke annesi ile karşılaşmasaydı.”
“Keşke…”
“Her neyse. Kadın iyi bir şey yaptığını zannediyor. En azından tedaviye devam edeceğiz. Verdiğimiz ilaç çocuğun etkilenmesini önlemiş̧, bu çok iyi. Ozan ve Ezgi ise içsel bir iyiliğe sahipler ki bu zor bulunur.”
Özgür ve Onur’un da bildiği üzere Anisimov ilk bu geni keşfettiğinde çocukları tedavi veya izolasyonun dışında tutmak için büyük çaba göstermişti. Bu büyük bilim insanına göre, çocuklar bu geni taşısın veya taşımasın eğer izole bir dünya içinde büyürler ise kötülükten etkilenmezlerdi. “Kötülüğün olmadığı bir toplumda çocukların öğreneceği tek şey ahlak, iyilik, merhamet ve adalet olacaktır,” diyerek çocukların tedaviye dahil edilmemeleri gerektiğini açıklamıştı. Temel besin maddeleri, şehir şebeke suları ve yağmurlar tedavinin tüm topluma yayılması için kullanılıyordu. Havanın sürekli kapalı olmasının da sebebi buydu. Çocukların bu tedaviden etkilenmemelerini sağlamak için ise bir aşı geliştirilmişti. Şu ana kadar tedavi fazlasıyla başarılı sonuçlar vermişti. Dünya’da kalıp ayrıcalıklı ve “iyi” olduğunu düşünen hastalar arasında suç oranı yok denecek kadar azalmıştı. Böyle bir ortamda çocuklar da Anisimov’un beklediği gibi iyilikten başka bir şey öğrenmiyorlardı.
“Peki çocuğun babası?” Özgür halen düşünceliydi.
“İşte o konuda emin değilim, ama sanırım çocukla en çok iletişim kuran o olmuş̧ ki, bu da çocuğun iyileştirici bir yönü olduğunu gösteriyor.”
Özgür zorla da olsa gülümsedi.
“En azından bu konuda haklısın.”
“Ben her konuda haklıyım Özgür. Yakın bir zamanda o güzel insanlarla buluşacağız. Belki bir gün o insanlar bu topraklara geri dönecek. Ama şimdilik iklimsel değişimlere ve merkezi tedaviye devam etmek zorundayız.”
Özgür yavaşça oturduğu sandalyeden kalkıp, adama gülümsedi.
“O halde bu kötüler diyarında maaşlarımızdan bir kesinti olmaması için yemek zamanı.”
İki adam sorgu merkezinin soğuk koridorlarından yemekhaneye doğru yol aldılar.
<<<<<<<<<<>>>>>>>>>>
İstasyona ilk adım attıklarında kendilerini karşılayan ekip lideri gerçeği anlatmıştı. Ozan artık kötülük ve iyilik algısını iyice yitirdiğini hissediyordu. Hangi tarafın doğru söylediğini kestiremese de, istasyonlardaki ortamın çok daha huzurlu olduğunu fark etmişti. Ezgi gerçeği kendisinden daha çabuk kabullenmiş gibiydi. İkinci gününde çocukların eğitim ve öğrenimine destek vermek için başvurmuş ve hemen göreve başlamıştı. Ozan ise henüz ne gibi bir konuda yardım edebileceğine karar verememiş bir halde boş boş geziniyor ve çevresindeki hiç kimse de bu durumu yadırgamıyordu.
Kayra’yı fark ettiğinde duraksadı. Bir süre istasyonun panoramik gözlem noktasından Dünya’yı seyreden çocuğu rahatsız etmemeyi düşündü. Son yaşadıklarından sonra, asıl o dinlenmeyi ve yalnız kalmayı hak ediyordu. Çocuk arkasını döndüğünde, Ozan ile göz göze geldi. Yüzüne yayılan geniş̧ gülümseme Ozan’a da yansıdı.
“Selam ufaklık.”
“Merhaba Ozan ağabey. Nasılsın?”
“İyiyim. Buradan ne kadar da güzel görünüyor, değil mi?”
İşaret parmağı ile büyük mavi küreyi işaret etti.
“Evet… Diğerleri oradalar.”
Çocuğun son sözleri kırgınlık doluydu. Ozan onun annesini düşündüğünü biliyordu. “Bir gün onlar da iyileşecekler. Onlarla da görüşeceğiz. Burada veya orada… İnan bana, annen sana öyle demek istemedi.”
Çocuk sadece omuz silkmekle yetindi.
Ozan’ın aklında iki soru vardı: Kayra’nın çizdiği resmi neden değiştirdiği ve kabusları. İkisinin bağlantılı olduğunu düşünüyordu.
“Kayra, sana bir şey sormayı unuttum. Kabusların…”
Kabus sözcüğü bile çocuğun ürpermesine yetmişti. Ozan buraya gelmeden önce doğru bir zaman olup olmadığını defalarca düşünmüştü.
“Ben… Konuşmasak olmaz mı?”
“Olur tabi ama… Sadece neden babaannenin seni gömdüğünü merak ettim.”
Çocuk soru karşısında ürpererek geri çekildi.
“Babaannem, o…”
Hıçkırıklara boğulduğunda Ozan çocuğun başını okşadı ama çocuk kendini geriye çekti.
“Tamam, geçti…”
Çocuk hala ağlıyordu. Ozan sorduğu sorudan pişman olmuştu.
“Tamam ufaklık, boş ver. Özür dilerim.”
“O acı çekiyordu. Rüyamda benden istedi her şeyi.”
Ozan bir an çocuğun fısıltısı karşısında ürperdi.
“Nasıl yani?”
“Benden yastığı bastırmamı istedi. Uyandığımda öksürüyordu, babamları uyutmuyordu.”
Ozan etrafına bakındı ama yalnızlardı. Çocuğun söylediklerini kaydetmesi gerekiyordu, ama artık bir terminali yoktu.
“Ne yaptın Kayra?”
“Yastığı bastırdım; çırpındı, durmadan çırpındı. Elleri ile boğazımı sıktı ama ben yastığın üzerine oturdum. Babam… Beni bulduğunda kimseye söylemememi, babaannemin zaten öleceğini söyledi.”
“Sen… Babaanneni mi öldürdün Kayra?”
Çocuk gözlerini ona diktiğinde, yüzünde anlık bir ifade yakaladı. Nefret veya kinden öte bir şeydi bu.
“Sen de onun gibisin. Beni rahatsız ediyorsun.“
Kayra ona doğru atıldığında çocuğun ellerini kolayca yakalayıp engellemişti, ama tam o anda omurgasına saplanan ağrı ile inledi. Güçlü bir kol boğazını kıstırmıştı bile. Nefes alışverişi zorlaşıyor, sırtındaki acı bilincini bulanıklaştırıyordu.
“Kusura bakmayın Ozan Bey… Böyle olmasını istemezdim.”
Can’ın sesinde pişmanlık ve acı vardı. Sonunda yere yığılan cansız bedenin yanı başına diz çöken adam, güçlükle nefes alıyordu. “Kayra, ne yaptın sen?”
“Ben bir şey yapmadım babacığım, sen yaptın.” Çocuğun gülümsemesi ürkütücüydü.
“Şimdi ne yapacağım ben? Bunu saklamanın imkanı yok!” Kayra ifadesiz bir suratla ona bakıyordu. Sonunda gülümsedi. “Herkes ölürse saklanacak bir şey kalmaz.”
<<<<<<<<<<>>>>>>>>>>
Özgür, Onur’un odasına girdiğinde adamı dağılmış saçları ve elindeki sigarasıyla buldu. Terminaline korkuyla bakıyordu.
“Gördün mü Onur? Kayra… O…”
“Biliyorum dostum… Gördüm… Biz ne yaptık?”
Sabah saatlerinde Yönetim tarafından acil koduyla gelen mesajda, Moskova’ya düşerek milyonlarca kişinin ölümüne sebep olan istasyon kazasına ait son video bulunuyordu. Kayra içinde bulunduğu istasyon son hızla yeryüzüne düşerken, sarsıntılarla dolu kameraya yaşlarla dolu gözleri ve ifadesiz bir suratla bakarak tek bir cümle söylemekteydi:
“Kötülük, iyileştirilebilecek bir lanet değildir.”